DENEME BLOGU
  • Home
  • Download
  • Social
  • Features
    • Lifestyle
    • Sports Group
      • Category 1
      • Category 2
      • Category 3
      • Category 4
      • Category 5
    • Sub Menu 3
    • Sub Menu 4
  • Contact Us

Bosna Hersek‘in belli başlı sembollerinden olan Mostar Köprüsü hakkında bilinmeyenleri yazıp kısaca anlatacağım bu yazıda. Mostar Köprüsü için yazılan tüm yazıların hem teknik anlamda hem de tarihi anlamda bilmeniz gerekenlerini yazıp seyahatinizde size en kısa yoldan bilgi vermiş olacağım. Mostar köprüsü hakkında bilgiler kısa ve öz olarak okuyup akılda kalıcı bilgiler edinebilirsiniz.

Mostar Köprüsü nerede diye merak edenler için; Mostar Köprüsü Bosna-Hersek’in Mostar şehrinden geçen Neretva nehri üzerindedir. Hırvatlar nehrin batısında, Müslümanlar ise doğusunda yaşamaktadır. Savaş sırasında şehirden ayrılan Sırplar ise bir daha geri dönmemiştir. Mostar şehrine Bosna-Hersek’ten gidiyorsanız eğer otobüsle Mostar’a ulaştığınızda yürüyerek bile Mostar köprüsüne gidebilirsiniz. yol boyunca devam ettiğinizde bitiminde ki yer sizi köprüye çıkaracaktır.

Araba ile geldiyseniz eğer yakınlarda park edip yine yürümenizi tavsiye edeceğim çünkü köprüden araç geçisi kesinlikle yok yada köprüye giden cadde araç trafiği için açık değil. Mostar Köprüsü hakkında bilgiler notunuza nerede ve nasıl gideceğinizi eklemeyi unutmayın.

Mostar Köprüsü Yüksekliği
Neretva Nehri’nden 24 metre yüksekte 30 metre uzunluğunda, 4 metre genişliğinde olan Mostar Köprüsü, dönemine göre gelişmiş bir teknolojiyle inşa edilmiş. Köprü inşaatında 456 kalıp taş kullanılmış. Mostar Köprüsü, cesur sporcular tarafından yıllarca bir atlama platformu olarak kullanılmış ve böylece bir gelenek oluşmuş geleceğe göre; şehrin erkekleri düğünden önce eşlerine cesaretlerini ispatlamak için köprüden nehre atlıyorlarmış. Hala aynı amaç için kullanılıyor mu bilmem ama kendim gidip gördüğüm sıra da turistler için para karşılığı köprüden atlayan bir kişi vardı. Hem de mevsimi önemsemeden kasım ayında suya atlamıştı. 
Bu arada Mostar Köprüsü yüksekliği su anlamında kışın daha yüksek yazın daha alçak bir su seviyesinde seyrediyor. Yani atlayış yapmaya kalkarsanız eğer bunu kesinlikle göz önünde bulundurarak gidin derim. 🙂 

Mostar Köprüsü Tarihi
Mostar köprüsü hakkında bilgiler tarih anlamında da bir çok açıdan dikkat çekicidir. Orijinal köprü Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayreddin tarafından 1566 yılında inşa edildi ve 9 Kasım 1993’te Boşnak-Hırvat Savaşı sırasında Hırvat güçleri tarafından yıkılıncaya dek 427 yıl kullanıldı. Köprüyü yeniden inşa etmek için bir proje hazırlandı ve 23 Temmuz 2004’te yeni köprü hizmete girdi. Köprü, 2005’te UNESCO tarafından Dünya Mirası ilan edildi. Mostar Köprüsü, yüzyıllar boyunca Bosna’da hoşgörü ve kültürel çeşitliliğin sembolüydü.
Mostar Köprüsü Müslüman ve Hırvat kesimini birbirine bağlıyordu. Savaş sonrasında İngiliz güçleri yıkılan köprünün yerine geçici bir demir köprü yaptı. Mostar civarındaki diğer köprüler de tahrip edildiğinden, nehrin iki yakasını birleştiren tek yapı olarak bu köprü kaldı. Daha sonra köprü yeniden günümüzde inşa edilmek için hazırlanıp tasarlandı. UNESCO ve Dünya Bankası’nın desteğiyle 1997’de köprünün inşasına başladı. Macar ordusundan dalgıçlar gelerek nehir yatağında bulunan köprünün orijinal taşlarını çıkarmak için vinçlerle yadımda bulunsalar da çıkarılan taşlar kullanılamaz halde olduğu için bu taşları yaptıkları zamandaki kapalı taş ocağını günümüzde tekrar açıp aynı taşları aynı yapılan yerde yeniden inşaa edip köprüyü yapmaya devam etmişler.

Köprü inşaatı eskisini ve orjinaline sağdık kalınarak yapıldığı için eski görüntüsü ve yeni yapılmış görüntüsü arasında fark olmaksızın bir çok turist için ilgi odağı olmuş durumdadır. Günümüzde de hala iki yaka arsında Mostar Köprüsü karışısındaki taraf müslümanların yaşadığı köprünün başlangıç ayağında kalan taraf ise şu an da hristiyanların yaşam yeri olarak kullanılıyor. Camii ve kiliseleri birlikte görme şansınız oldukça yüksek yerlerden biridir burası da. 🙂

Mostar Köprüsü Hakkında Bilgiler yazısında merak ettiğiniz veya eklemek istediğiniz her hangi bir şey olursa bu yazı altında bulunan yorum kısmına ekleme yapabilir ve bize iletişim kısmında ulaşabilirsiniz. 






Lowcost havayollarının hayatımıza girmesi ve kabin bagajı dışındaki eşyalarımız için fazladan ücret ödememizin gerekmesiyle birlikte bir çok kişi sadece kabin bagajına sığarak seyahat etmeye başladı. Ben oldum olası az eşya severdim fakat sık seyahat etmeye başlayıp, döviz kurlarının git gide yükselmesi daha da ekonomi yapmaya yöneltti. Son 2 yıldır seyahatler için yanımıza yiyecek bir şeyler de almaya başladım ve bunları da hep kabin bagajı kuralları uygunluğuna göre seçmem gerekti.


Özellikle son 1 yıldır sık sık Airbnb‘den mutfağını kullanabileceğimiz evler seçerek, yanımızda götürebildiğimiz yiyeceklerle; seyahatlerdeki yemek bütçesini fazlasıyla düşürmüş olduk. Evet insan gittiği yerlerde bazen dışarıda meşhur bir şeyi varsa yemek istiyor ama kimsenin de böyle bir mecburiyeti yok. Bu mecburiyeti hissetmeyenlerden olduğum için de yanıma aldıklarım bana ne kadar az harcatıyorsa o kadar mutlu oluyorum, çünkü bir sonraki seyahatim için her şey daha kolay oluyor.

Yine Instagram’da kabin bagajına yiyecek olarak neler aldığım konusunda konuşurken, Instagram’da benim gibi seyahat edip kabin bagajlarına yiyecek olarak ne aldıklarını sordum ve gelen cevaplar sonucunda kalıcı bir yazı yazmanın çok daha yararlı olacağını düşündüm. Cevap veren herkese tekrardan teşekkür ederim.

Kabin Bagajı Kuralları
Yanınıza alabileceğiniz sıvılar;

Kabin bagajı aldığınızda dikkat etmeniz gereken ilk kural; sıvılar! Çünkü kabin bagajında taşımak için sıvı kısıtlaması prosedürüne dünyanın hemen hemen her havaalanında dikkat ediyorlar.

Ana kural şu; 1 litrelik ağzı kilitli poşet (buzdolabı poşeti gibi) ve içine her biri en fazla 100ml olacak şekilde, toplamda 1 litreyi geçmeyecek sıvı alabilirsiniz. Her bir el bagajında sadece 1 poşet taşınabilir. (Poşet kuralına İstanbul havaalanlarında katı bir şekilde uygulanmıyor fakat Barselona, Amsterdam gibi havaalanlarında poşetlerin de ayrı bir şekilde çantadan çıkarılması istenmişti) Tek bir şişe 100ml’i geçiyorsa onu almayın. Şişe 200ml ya da daha büyük ama içindeki sıvı 100ml’den daha azsa onu da almayın.

Kısıtlamaya dahil yani 100ml’i geçmeyecek şekilde alabileceğiniz sıvılar şöyle;

Su, şurup, içki dahil her türlü sıvı
Kremler, losyonlar, yağlar (Kozmetik yağlar dahil), parfümler, maskara dahil
her türlü makyaj malzemesi (Katı halde olan rujlar hariç)
Tıraş köpükleri, deodorantlar
Diş macunu dahil her türlü macun kıvamındaki maddeler
Reçel, bal, yoğurt, pekmez ve salça gibi tam katı halinde olmayan
yiyecekler
Kontak lens sıvıları
Şampuanlar… vb.
*İlaçlar, bebek sütü&yemekleri gibi özel ihtiyaçları, içeriği gösterilebilir ve uygunluğu kanıtlanabilir şekilde yanınıza alabiliyorsunuz. Tabii bunun için önceden uçacağınız havayolunun müşteri hizmetlerini arayarak, ne yapmanız gerektiğini öğrenmenizi tavsiye ederim.

Yanınıza alabileceğiniz yiyecekler;

Bunun basit kuralı şu; markette buzdolabında durmayan ve sıvı olmayan hemen hemen her şeyi kabin bagajınızda taşıyabilirsiniz. Tabii gelen mesajlara göre çoğumuz buzdolabından aldığımız şeyleri de taşıyoruz(peynir, salam, sucuk gibi) ve kısa süreli uçuşlarda zaten sıkıntı olmuyor. Listeye bakın da neler neler alabiliyormuşuz görün, ben bazılarına bunu da mı alıyoruz dedim 🙂

Paket ekmek, vakumlu lavaş, kuruyemişler, kuru meyveler, grissini
Çabuk çorba, tarhana
Kek, börek, poğaça gibi hamur işleri, kısır, sarma
Konserveler (ton balığı, barbunya)
Makarna, noodle, yulaf, kahvaltılık gevrekler
Vakumlu peynir, vakumlu zeytin, vakumlu sucuk (Vakumsuz paketli peynirlerde olabiliyor)
Salam, domates(ezilmesin), salatalık, muz, üçgen peynir
Poşet çay, kahve, Türk kahvesi (makinesini de alan olmuş)
Bisküviler, protein barlar ve enerji verecek diğer kuru gıdalar
Yiyecek listesi uzar da gider, benim ilk etapta bir araya topladıklarım bunlar. Eğer yazdığım kategorilerin içine girmeyen ve kabin bagajınıza alarak tecrübe ettiğiniz şeyler varsa lütfen yorum olarak yazın ki, belki bir başkasının kararsızlığını gidermiş olursunuz.

*Yazdığım yiyeceklerin hepsi tecrübe edilip, kabin bagajına alınabilmiş şeyler fakat unutmayalım ki her zaman kurallar değişebilir, güvenlik görevlileri insiyatif alabilir. Benim bugüne dek çantamdan çıkartılan bir şeyim olmadı ama böyle bir yazı yazmışken bu uyarıyı yazmadan geçemedim.

Yanınıza alabileceğiniz elektronik eşyalar;

Evde sık sık kullandığınız ama yanınıza alıp almamakta kararsız kaldığınız basit gündelik elektronik eşyalar da oluyor eminim.

Saç kurutma makinesi, saç düzleştiricisi, saç maşası, seyahat ütüsü, elektirikli tıraş makinesi, laptop, kamera, tablet gibi eşyaları yanınıza alabilirsiniz.
Uçakta yanınıza/kabin bagajınıza alamayacağınız eşyalar;

Bir de ne yaparsanız yapın yolcu emniyeti ve sağlığı açısından yanınıza alamayacaklarınız var;

Silah ve ateşli silahlar, delici ve kesici aletler, patlayıcı maddeler, olta, matkap ve benzeri iş aletleri…
Son olarak yanınıza alabilecekleriniz hiç de az olmadığı için uçtuğunuz havayolunun kabin bagajı kurallarını kontrol etmeyi unutmayın. Özellikle kilo sınırlamasına dikkat edin ve sınırı geçmemeye çalışın. Kabin bagajınızda her duruma karşı sağlam bir poşet ya da bez çanta bulundurursanız da kilo aşımları için kol çantası olarak değerlendirebilirsiniz. Çünkü bazen online check-in yapıp, bagajınızın tartılmayacağını düşünseniz bile uçak kapısında görevliler ellerinde el tartısı ile bekleyebiliyor. Son dakika sıkıntısı yaşamamak için tedbiri elden bırakmayın 🙂


Blogun en çok okunan yazılarından biri ”Yurtdışına Arabayla Çıkış”olunca uluslararası geçerliliği olan yeni ehliyetleri yazmak da farz oldu diyebilirim. Ben ehliyetimi tam da 2016 Ağustos ayında Yunanistan’a kendi aracımızla gideceğimiz zaman yenilemiştim ve sınırdan geçerken ehliyet konusunda da diğer belgeler konusunda da bir sıkıntı yaşamadım.


Normal şartlarda ehliyeti olan herkes 2020 yılına kadar kullanabilecek fakat şu anki duruma göre 2020’den sonra zorunlu bir şekilde yenilenmesi gerekecek. Eğer siz de yurtdışına araçla çıkıyor ve uluslararası geçerliliği olan yeni ehliyet almak istiyorsanız bir kaç basit adımı izlemeniz yeterli olacak. Ben bu yazıda var olan ehliyetinizi nasıl yenileyebileceğinizi yazdım, sıfırdan ehliyet alacak olanların izlemesi gereken yol içinburayabakması yeterli.

* Yalnız karıştırmayın uluslararası ehliyet diye yazılanlar aslında uluslarası geçerliliği olan sürücü belgesi, adı beynelmilel şoför ehliyetnamesi olarak geçiyor. Artık randevuyla emniyetten alacağınız yeni ehliyetlerin kendiliğinden uluslararası olarak geçerliliği var ama adı uluslararası ehliyet değil.

Süreç nasıl işliyor?

Ehliyetinizi yeniletmek için öncelikleburadanrandevunuzu oluşturmanız gerekiyor. (İstediğiniz şehirden randevu alarak yenileme işlemi yapabilirsiniz)

Randevuyu aldıktan sonra size bir referans numarası çıkacak ekranda; ister fotoğrafını çekin ister bir kağıda yazın ama kaybetmeyin. Randevunuzu sorgulamak ya da tarih değiştirmek isterseniz bu koda ihtiyacınız olacak.

Randevuya gitmeden önce tüm belgelerinizin tam olduğuna dikkat edin ama özellikle yatırılması gereken 15₺’yi yatırmadan gitmeyin, elden alma durumları yok.


Ehliyet yenilemek için gerekli olan belgeler neler?

Eski ehliyet
Nüfus cüzdanı ( Pasaport veya avukat kimliği de geçerli)
Sürücü sağlık raporu ( Fotoğraflı )
Kan grubunu belirtir belge veya yazılı beyan ( Bunu sağlık raporu alırken yazmıyorsa belgeye ekletebilirsiniz)
Vergi dairesine ya dageçerli bankalardan birineyatırılmış 15₺’nin makbuzu ( Yalnız bu 15₺, 13 + 2 lira olarak yatırıldığından 2₺’yi her bankaya ödeyemiyorsunuz bu yüzden vergi dairesine tek kalemde hepsini ödemek daha kolay oluyor)
2 adet biyometrik fotoğraf (Ehliyet için özel çektirdiğinizi söyleyin, çünkü pasaport vizesi için alınan biyometrik fotoğraf boyutlarında değil )
Başvuru sonrası;

Başvuru ortalama 5-10 dakika sürüyor.
Merak etmeyin ehliyetinizi başvuru sırasında teslim ettiğinizde size yeni ehliyetiniz gelene kadar geçerli bir belge düzenleyip, veriyorlar. Fakat o belgeyle yurtdışında araç kullanmanızın mümkün olacağını düşünmüyorum.
Sürücü belgeniz yaklaşık 15 gün içinde, teslim almak istediğiniz adrese, Ptt tarafından ücretsiz olarak teslim ediliyor. (Eğer sizin dışınızda bir yakınınız teslim alacaksa müracaat sırasında belirtmeniz gerek)
Yeni ehliyetiniz geldikten sonra yurtdışında araba kiralarken de, kendi aracınızla yurtdışına çıkarken de sizin için daha kolaylık olacaktır. Doğrusu araba kiralarken çoğu Avrupa ülkesi eski tip ehliyetleri hala kabul ediyor fakat içlerinde etmeyenler de olabiliyor.


"Bunlar Kızılderili herhalde - Tanrı'nın bir kulu bile dönüp bakmıyor - şu yana gidiyorlar - kimse farkına varmıyor - ne yana gittikleri pek fark etmiyor - Kızılderililer için ayrılmış araziye mi? O kahverengi kese kağıtlarında ne var?" ve ancak büyük bir çaba harcarsanız şunu fark edersiniz, "Oysa onlar bu topraklarda yaşıyorlardı ve bu koca göğün altında çadırlarda toplanmış topyekün uluslar olarak kaygılanıyor, ölüleri için ağıtlar yakıyor, karılarını koruyorlardı - şimdiye atalarının kemiklerinin üzerinden geçen demiryolu sonsuzluk imasıyla ileriyi gösteriyor onlara, insanlığın hayaletleri çilelerinin silsilesiyle derinden irinlenmiş toprağın üzerinde hafif adımlarla yürüyor, öylesine irinlenmiş ki karşınıza bir bebek eli çıkması için toprağı otuz santim kazmanız yeter. - Gıcırdayan dizel motoruyla bir ekspres yolcu treni hızla geçiyor, düüt düüüt, Kızılderililer gözlerini kaldırmakla yetiniyor - birer nokta gibi gözden kaybolduklarını görüyorum - " ve şimdi San Francisco'daki kırmızı ampüllü odada tatlı Mardou'yla otururken düşünüyorum, "Gri kıraç topraklarda gördüğüm senin babandı, gece yutmuştu onu - onun özsuyundan geldi senin dudakların, çile ve hüzün dolu gözlerin, peki şimdi ismini bilemeyecek miyiz onun, yazgısına bir ad koyamayacak mıyız?" - Küçük kahverengi eli benimkinin içinde tortop olmuş, tırnakları derisinden daha açık renkli, ayak parmaklarında da böyle ve ayakkabılarını çıkarmış, ısıtmak için bir ayağını uyluğuma yerleştirmiş, konuşuyoruz, sevginin, saygı ve utancın tarihlerinin daha derinlikli düzleminde aşk hikayemize başlıyoruz. - Çünkü cesaretin en büyük anahtarı utançtır ve geçmekte olan trendeki bulanık yüzler, gözden kaybolan hoboların silüeti dışında bir şey görmüyor ovada - 


Bahçeye geldiğimizde beyaz bir perde germişlerdi ortaya. Sanki bu dünyaya ait değilmiş de gökten düşmüş gibi bir acayip duruyordu. Arkasında annemin yattığına inanmadım Nilgün. Çocukken saklambaç oynardık bazen. Annem her seferinde salondaki beyaz tüllerin arkasına saklanmış gibi yapardı. Ben onu bulunca "Aaa! Nasıl buldun hemen?" derdi ve gülerdik... Bir an, bahçenin ortasına koşup beyaz perdeyi aralarsam annemin aynı tepkiyi vereceğini düşündüm... Güleceğiz falan... Sen annemle oyun oynar mıydın Nilgün? Ben çok oynadım... Annem yıkandıktan sonra teyzem çağırdı yanına.

Annemin na'şını gördümdü;
Bakıyorken bana sabit ve donuk gözlerle,
Acıdan çıldıracaktım.

Birkaç saat içinde çok çökmüştü bedeni. Yüzü küçülmüş, yanakları erimişti. Sanki bütün uzuvları toprağa kavuşmak için can atıyormuş gibi çürümeye çalışıyordu. Halbuki annem yaşamayı severdi Nilgün. Salataya limon sıktıktan sonra iştahla yalardı parmaklarını. Salatalık soyduktan sonra kabukları yüzüne dizerdi sıra sıra... Genç kalmak için güya... "Sarhoşun tekiyle evliyim. Yüzüme baktığı mı var?" demezdi yani Nilgün... Hayata tutunan insanların ölümü daha acı gerçekten... Ölen babam olsaydı "Rahmetli hiç bakmıyordu kendine..." gibi bir şey denecekti. Sahi ya... Keşke ölen annem olmasaydı...

Sonra yüzünü örtüler annemin. Tabut kapandı. Ah... Ne fena bir ses çıktı kapanırken. Tuhaftır, birden annemi özledim Nilgün. Sevdiklerine, onlara veda eder etmez mi özlem duymaya başlarsın, yoksa vakit geçtikten sonra mı? Ben sevdiğim insanın yokluğunu o benim hayatımdan çıkar çıkmaz duyanlardanım sanırım. Sanki birkaç saniye önce değil de, yıllar önce öpmüşüm alnından. Buz gibi alnının dudaklarımdaki serinliği henüz geçmeden, "Durun! Tabutu açın, bir kez daha göreyim!" diye bağırasım geldi. Ama yapamadım... Üniversiteye kayıt yaptırmaya giderken, beni otogara annem bırakmıştı. Vedalaştık, ağlaştık... Otobüs tam hareket etmişti ki arıza yaptı, durdu. Dışarı fırlayıp, anneme nasıl hasretle sarıldığımı; uzak bir diyardan gelmişim gibi onun kokusunu içime çektiğimi dün gibi hatırlıyorum...

Onca kederin ortasında bile içimdeki öfke bir an olsun beni bırakmadı Nilgün. Bunu konuşmak istiyorum. Sen demiştin bana... Gömdüğün, yokmuş gibi davrandığım hisler gün yüzüne çıkacak diye. Haklıymışsın. Bak! Babama öfkeliyim, abimden korkuyorum, Ferhat'a aşığım... 


Sevdiğim bir anektod var. Şair Paul Valery, Albert Einstein ile yaptığı söyleşisinde, "Aklınıza aniden gelen iyi bir fikri yazmak için yanınızda not defteri taşıyor musunuz?" diye sormuş. Bu soru üzerine Einstein'ın yüzünde nazik ama çok şaşkın bir ifade belirmiş. "Yoo, öyle bir gereksinimim olmuyor. Aklıma aniden iyi bir fikir gereksinimim olmuyor. Aklıma aniden iyi bir fikir gelmiyor çünkü" diye yanıtlamış.

Tam da öyle, benim de "Şimdi burada bir not defteri olsaydı keşke" diye düşündüğüm bir durum bugüne dek neredeyse hiç olmadı. Dahası, gerçekten önemli bir şey bir kez aklınıza gelince pek o kadar kolay da unutulmaz.

Her koşulda, roman yazarken işi kolaylaştıran şey, bu tür somut detayların bol olduğu bir koleksiyondur. Deneyimlerime göre, akıllıca verilmiş net bir karar ve tutarlı bir sonuç gibi şeyler, roman yazan kişi için o kadar da yararlı değildir. Aksine bunun eline dolandığı, hikayenin doğal akışına engel olduğu durumlar hiç de az değildir. Buna karşılık beynin içindeki dolapta saklanan çeşitli, düzenlenmemiş detayları, gerektiğinde olduğu haliyle romana yedirince oradaki hikaye, yazanı bile şaşırtacak biçimde doğal, canlı bir hal alır.

Peki bu nasıl bir şeydir?

Öyle ya, nasıl bir şeydir? Şimdi birden iyi bir örnek gelmedi aklıma ama düşüneyim... Sözgelimi birine çok sinirlendiğinde her nedense hapşıran biri var diyelim. Bir kez bu şekilde hapşırmaya başlayınca da duramazsın. Benim tanıdığım kişiler arasında böyle biri yok, sizinkiler arasında var diyelim. Böyle biriyle karşılaştığınızda, "Niye acaba? Neden çok sinirlendiğinde hapşırıyor acaba?" diye onu fizyolojik veya psikolojik açıdan inceleyip tahminler yürütmek varsayımda bulunmak da kuşkusuz bir yaklaşımdır ancak ben pek bu şekilde düşünmem. Aklımın çalışması genelde şu şekildedir; "Aa, hımm, böyle biri varmış demek" derim ve orada biter. "Neden bilmiyorum ama dünyada böyle şeyler de varmış demek" derim. Ve o durumu o haliyle rahatça hafızama kaydederim. Bu tür, deyim yerindeyse, bir bağlamı olmayan çok sayıda görüntü ve anı, aklımın çekmecesinde toplanır.

James Joyce, "Hayal gücü bir hafıza işidir" diyerek gerçekten de basit bir şekilde ifade eder bu durumu. Ben de öyle olduğunu düşünüyorum. James Joyce haklı. Hayal gücü denilen şey tam da bağlamdan yoksun tek taraflı hafıza işidir. Ya da anlamsal olarak çelişkili şekilde bir araya getirilmiş bağlamı olmayan hafıza", kendine özgü bir sezgiye sahiptir ve öngörü taşır hale gelir. Ve bu, hikayenin itici gücüdür.

Bizlerin -en azında benim kafamda- böyle bir dolap vardır. Onun her bir çekmecesinde türlü çeşitli anı, bilgi şeklinde toplanmıştır. Büyük çekmeceler olduğu gibi küçükleri de vardır. İçlerinde gizli bölmelerin olduğu çekmeceler de bulunur. Ben roman yazarken, gerektiği zamanlarda "İşte bu" diye düşündüğüm çekmeceyi açıp, onun içindeki malzemeyi dışarı çıkarıp onu hikayenin bir parçası olarak kullanırım. Dolapta çok sayıda çekmece vardır ama, bilincim roman yazmaya odaklandığı için hangi çekmecede ne var, bunların görüntüsünü otomatik olarak zihnimde canlanır ve anında bilinçsiz bir şekilde (farkında olmadan) olduğu yeri buldurur. Normalde unutmuş olduğum anılar bu şekilde doğal olarak ortaya çıkar. Zihnim bu şekilde odaklandığında o sırada yaşadığım his çok güzeldir. Başka bir şekilde söylersem, sanki hayal gücüm benim isteklerimden uzaklaşarak üç boyutlu halde, serbestçe hareket etmeye başlar. Söylemeye gerek yok ama bir roman yazarı olarak benim için, beynimin içindeki dolapta toplanmış bilgiler, başka şeylerle değiştirilemeyecek kadar değerli bir servettir.

Stefan Soderberg'in yönetmenliğini yaptığı Kafka (1991) adlı filmde Jeremy Irons'ın canlandırdığı Franz Kafka'nın muazzam sayıda çekmecenin bulunduğu dolapların yan yaa yer aldığı esrarlı şatoya (elbette bu "şato" bir maket şatoydu) sızdığı bir sahne vardı. Onu izlediğimde, "Aa, işte bu benim beynimin içindeki yapının görüntüsüne benziyor" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Oldukça ilginç bir filmdi, izleme fırsatı bulursanız o sahneye bir bakın lütfen. Zihnimin içi o sahnedeki kadar gizemli bir yapıya benziyor olabilir.


Altı aydır Meksiko'da, Chapultepec Parkı'nın çok yakınında oturuyoruz. Bu parktan, kaleden, gölden, bataklık servilerine ve dişbudak ağaçlarına tırmanan kavgacı sincaplardan bahsetmek isterdim ama hava durumu buna el vermiyor. Meksiko sonralarına, bu fazlasıyla soğuk ve kapalı günlere "yaz" diyor.

Abartıyorum, burada hava soğuk falan değil. Santiago'da ise öyle. Abartıyorum çünkü bazen orada olmak istiyorum. Her sabah kahvemi alıp Şili haberlerini açıyorum, iyisiyle kötüsüyle gün boyu zihnimde yankılanıyor hepsi. Meksikalı olan ve neredeyse yüm hayatını burada geçiren eşim, "Görünüşe göre Şili'de hiçbir şey olmuyor," diyor bazen. Sözlerinde ciddi değil ama büsbütün şaka da yapmıyor: Ülkeleri kıyaslamak saçma olduğu kadar kaçınılmaz da, gelgelelim sonuçlar hep iptidai, adaletsiz ya da geçici. Ayrıca hangi ülke daha az kötü yarışına girmek pek cazip bir şey değil.

Tarafsız bölgede tanıştık, haliyle de sonra iki istikametten, iki evden birini seçmek zorunda kaldık. Meksikayla karşılaştırıldığında Şili ilk bakışta, muhtemelen ikinci bakışta da neredeyse her bakımdan bir bardak süt veya cennet ya da ilk yanlış adımlarını -yeni yeni- atan bir ergen gibi kalıyor. Her halükarda, günün birinde Şili'de yaşama düşüncesiyle Meksika'da yaşamaya karar verdik.

Bazen yarı öfkeli bir şekilde bu Şili haberlerinden bahsediyorum ve eşimin -ona böyle hitap etmek "karım" demekten biraz daha az gülünç geliyor bana- haklı bir şekilde Meksika'da her şeyin çok daha kötü olduğu söylemine maruz kalıyorum. Bazense kendimi tutuyor, haberleri kendime saklıyorum, hani neredeyse, öyle bir niyetim olmadığı halde, bir turizm acentesinin ideal çalışanı gibi davranıyorum. Santiago'da yaşama fikri ona cazip gelsin, cazip gelmeye devam etsin istiyorum.

Şili'yi bu kadar kafaya takmadığım günler, hatta haftalar da oluyor; tabiri caizse daha bir Meksikalı oluyorum, bu da hoşuma gidiyor, çünkü Meksika insanı tüketse, altüst etse de aynı zamanda bağrına basıyor, ödüllendiriyor ve mezcal'a boğuyor. Her geçen gün daha sık bir şekilde iki ülkeyi nasıl da birbirine karıştırdığımızı açıkça görebiliyorum. Geçtiğimiz cumartesi günü kar yağışı ve elektrik kesintisi olduğunda Santiago'daymışım gibi bir hisse kapıldım ve tüm günü hayali bir karanlıkta, Enel'e öfke kusarak geçirdim. Daha sonra bunu eşime anlattım, belki de Santiago'da her türlü şeyin yaşandığını, şehrin güne karlar altında uyanabildiğini göstermek istemiştim. Bana Meksiko'da onlarca yıl önce görülen bir kar yağışının aile içinde hala bahsinin döndüğünü ama kendisinin şehri, şehrini karlar altında hayal bile edemediğini söyledi.


Peşinden koşmadıkça hayal kurmanın manası yoktur. Ben bu hayallerin hepsini hayatımda dolduramadığım boşlukları doldurmak için kuruyor, böylelikle kendimi tatmin ediyordum. Oysa gerek yoktu buna; yok yoktu işte, var olan ile yetinmeli ve kanaat etmeyi bilmeliydim. Bugün de geçmişle ilgili düşüncelerim o günlere aittir. Geçmiş değiştirilemezdir, sona ermiş ve nihayet bulmuştur. O hâlde onu değiştirme arzusu pişmanlıktan ileri gelir. Geçmişi tadil etme dileği acizliktir.”
“Keşke…” diye başlayan bir cümle senelerdir çok yabancıydı ona. Kurmaz, kurana da kem gözle bakar, gözleriyle aşağılardı hissettirmeden. Evveliyle yüz yüze, o günlerden bu yana kazandıklarını ve kaybettiklerini zihin terazisinin kefelerine yerleştirdi özenle. Doluya koydu almadı, boşa koydu dolmadı. Ne yapsa, ne etse gönlünde peyda olan yitiklik hissi, onu yarım kalanların girdabına kaptırıyor, aşk gibi, heyecanlanmak gibi başını döndürüyor, nefesini kesiyordu. Belki de hiç yapmamalıydı bunu, ne gereği vardı; üzerini tozlar kaplayalı seneler olmuş evvelin kalın cildini kaldırmak hangi akla hizmetti şimdi? Yıllar yılı elini değdirmediği, telleri pas tutmuş divan sazının sesi ancak kendi ruhunu dinlendirecekti. Öyleyse bencillikti bu. Olsun, madem faydalanılacaktı birikimlerinden, bu kadarına da katlansınlardı, ne vardı, çok şey mi istiyordu?
“O günlerde ben, başımda duman, yüreğimde pranga, omuzlarımda sevdanın yükü, annesiyle çarşıya çıkıp da istediği alınmadığı için ailesine küsen küçük bir çocuk gibiydim. Küsmüştüm hastaneye, hastalara, çalışanlara, dünyaya, odaya ve koridorlara… Kurduğum küçük dünyanın tümü neyden kuruluysa ona darılmıştım. Sanki hayatta hiçbir şeyi Nâzan kadar istememiş ve dilememiştim. Ne mesleğimin, ne öğrenciliğimin, ne yerimin, ne de yurdumun kıyafetini giyebilmiştim üzerime. Hepsi emanet gibiydi bende. Ama Nâzan… Camekânda beğenip de yeniden ve hatta belki de son kez görebilmek için gecenin ayazında tabanı ince kunduram ve yaması sökülmüş abamla sokakları arşınlamayı göze aldığım elbiseydi sanki. Deneyememiştim bile, kesiği değdiği her yeri gördükçe yeniden kanıyor, aklımın ucunda bucağında kaçtığım Nâzan’dan, gözümü kapattığım her an, aman diliyordum. Gitsindi, terk etsindi beni, dayanamıyor, katlanamıyordum. Aradan günler, haftalar, aylar geçiyor zaman bana ne bir teselli ne de bir avuntu ikram ediyordu.
Yanında ne ben vardım ne başka biri… Bazı sabahlar evden çıkarken yanında başka adamlar, yakışıklı, arabalı, şöyle en afilisinden kol saatli, kallavi yüzüklü, kravatlı, takım elbiseli, yakışıklı adamlar görmeyi dilerdim. Böylece unutur giderdi kalbim, o başkasına ait, derdim; lakin yoktu kimse. Hayaller ve vesveselerle avutamadığım aklım, bu defa başka oyunlar oynamaya kalkıyordu. Sanki yürüdüğü yollarda herkes ona hayran hayran bakıyor, ayakları tutmayan yaşlı hastalar sadece onu izlemek için bir anda ayağa kalkıyor, koridora çıkıyor; sağlık çalışanları, doktorlar, başhekimler, dekanlar, profesörler Nâzan’la tek kelime konuşabilmek için fırsat kolluyordu. O günlerde böyleydim ben. Hastanede toplu katliam yapmamak için kendimi zor tutuyor, her gece ertesi gün elimde makineli tüfekle hastane koridorlarını basma planları yapıyordum. Evet, hayal kurmuyordum ama plan yapıyordum ve Nâzan’la birlikte olma hayallerim, bu planlarımdan daha müphemdi.
Gecesinden sabahına yakama yapışan, zihnimi uykuya bırakacağım esnada vücudumu silkeleyen Nâzan’ın hayali, olsun diyordu, olsun, ne fark eder? Hayal ya da gerçek, buradayım ya. Bırak yalan olsundu, dokunamasındı ya da hissedemesindi, nasılsa gün gelecek bitecekti her şey. Ona kalsa vaktim dolana kadar hayalinin keyfini çıkarsaydım işte. Gündüzleri yeryüzünde, geceleri semada yaşıyor, gökyüzünden bazen kendimi görüyor ve ona acıyordum. Ben artık oydum kendim için. Başka biri, başka bir suret, başka bir kimse, başka olan her kimse işte… Hâl böyle olunca önce baş ağrılarım baş gösterdi, sonra ruh gibi dolaşmaya başladım hastaların odasında. Kimseyle konuşmadan, kimseye bakmadan, kimseyle göz göze gelmeden… Ölü gibiydim, cenazem ortada yoktu ve ben yaşıyor taklidi yapıyordum.


Ferhunde, inanabiliyor musun? Kerim, liseden sınıf arkadaşım. Arkamda oturdu. Kaç yıl geçtiğini sen hesap et. En son ne zaman görüştüğümüzü hatırlamıyorum. Tesadüf eseri karşılaş, ondan sonra müptelası ol adamın. Ne varsa işte eski dostlarda var. Nerede kalmıştık diye başlıyorsun, devamı geliyor... Ee gençlik hatıraları, anlatmayla biter mi? Yaşlanıyoruz. Onun için ortak hatıraların olduğu dostlara sahip olmak çok mühim. Bak işte, devlet memuriyetinin birinci derece dördüncü kademesinden emekli müsteşar Aziz Toklu. Bir zamanlar çevresinde, "Aziz Bey size doyum olmaz," diyenlerin hiçbiri ortada yok. Şimdi hatırlıyorum da, sen onlara müstehzi müstehzi gülümserdin Ferhunde. Mesai arkadaşlarının dostluk mesaisi de çalışma hayatıyla sınırlıymış meğerse. Tamam, umumiyetle böyle olmayabilir, içlerinden hakikatli olanlar çıkabilir ama zamanla hastalıklar, mesafeler, muhabbetlerin de sıklığını azaltabiliyor. Kerim bana onun için hediye gibi geldi. O gün Pera Pastanesinde sıcak çikolata içmeyi canım çekmeseydi, belki de Kerim'le karşılaşmak hiç nasip olmayacaktı. O da karısına doğum günü pastası alıyormuş. Çilekli gato. Beni tanıyan o oldu. Bunca sene sonra gençlikten herhangi bir emare kalmamışken, hoş o öyle değil diyor, beni kıvrık kaşlarım ve bakışlarımdan tanımış. "Yılların tesiriyle etkisi azalmış olsa da o yırtıcı bakışları nerede görsem hatılardım," diyor. Ben bile unutmuşum. İlahi. Lise ikideyken bana "Kartal Aziz" lakabını takmışlardı. Nereden nereye. Sen de bana söylerdin daima "Aziz Bey, bakmayın öyle, çocukları korkutuyorsunuz," diye. Korkuttuk da ne oldu Ferhunde? Bak büyük oğlana, ancak on beş günde bir arıyor. "Babacım nasılsınız?" Biliyorum, onu da gelin ısrarıyla yapıyordur. Hakikatli kız. Torunları bile bayramdan bayrama görmek mümkün olabiliyor. Ama gerçekten beni merak ediyor olsa, işinden çıktığında uğrar, yüzünü görmeme vesile olurdu. Aman neler diyorum ben de. Ya senin kıymetlin küçük oğlan, koca herif ama büyüyemedi gitti. O da sıkılmış, dünyayı gezmeye karar vermiş. Sıkılacak ne yaşadı, ne yaşadı ki bu böyle?


Büyük ve görkemli yemekhanede mektup dağıtımı sırasında mektuplarımızı dikkatli ve yavaş bir biçimde teslim eden müdirenin ellerine bakardık. Yanlışlıkla yapmış gibi en son benim mektubumu verirdi. Uzaktan pulları ve ülkenin yetkililerini tanırdım. Brezilya'dan gelen zarflar hafifti;uçak postası pullarının kenarlarındaki tırtıllar adeta büceklerin meyvelere yaptığı gibi kemirilmiş olurdu. Frederique'in bana mektup yazmayacağını biliyordum. Hüznü sonuna kadar yaşamakta direniyordum, tıpkı yaptığı muzipliğin sonucunu görmek isteyenler gibi. Düş kırıklığının verdiği keyfi tatmak istiyordum. Bu benim için yeni bir şey değildi. Bu duyguyu, daha sekiz yaşındayken gittiğim ilk dini yatılı okulda tatmıştım. "Belki de o yıllar en güzel yıllarımdı," diye düşünüyordum. Disiplinlik yıllarda, disiplinli güzel yıllarda.

Üzerinde okulun baş harflerinin yazılı olduğu lacivert bir bere takardık. Üzerimde okul forması, başımda bere Gottardo trenini bekliyordum. Rüzgar alan peronda üç dakika için duracaktı. Tek başına dışarı çıkmama izin vermişler, üstümün düzgün, ayakkabılarımın cilalı olup olmadığını denetlemişlerdi. Giyinmiş kuşanmış, onun istasyona uğradıktan sonra gidişini görmek için bekliyordum. Sonra Andrea Doria'ya binip okyanus ötesine gidecekti maman. İstasyonun ikinci mevki büfesi bizim karanlık odalarımıza, bir kronik hasta bakımevine benziyordu. Yere uzanıp yatmış yoksul insanları, camlara yayılan yazgı kargaşasını görür gibi oldum. Peronun öbür tarafından bakıldığında roman haline getirilmiş bir dizi yaşam gibiydi.

Gerçekte ben, başımda okulun baş harflerinin işlendiği bere, dünyanın öbür tarafında, bir insanın korunup gözden ayrılmadığı yerde duruyordum. Şiddetli bir sevinçle acıyı, terk edilişi tahmin ediliyordum. Treni, vagonları, tek tek ayrılmış kompartmanları, parlak yatakları, kadifeyi, kilden yolcuları, o yabancıları, o meçhul kardeşleri selamlıyordum. Acı için duyulan sevinç kötüdür, zehirlidir. Bir intikamdır. Acı kadar meleksi değildir. İğrenç bir istasyonun peronunda duruyordum. Rüzgar uğursuz gölü ve düşünceleri kırış kırış yaparken bulutları da dağıtıyor, adeta baltayla kesiyordu ve yukarıda her birimizi hiçbir şeyle suçlamayan mahşer görünüyordu.

O okul yıkıldı. Artık yok. Bunu öğrendiğim zaman sevincimi gizleyemedim. Oysa bana ölümsüz gibi geliyordu. Görkemli mermer merdivenleri, saflık ve ölüm vaat eden ince kumaş kaplı yatakları da okulla birlikte yıkılmıştı. Frederique'e, bir tek ona söyleyebilirdim, binanın yıkılmasının bende un parfait contentement (bir tarot kartında böyle yazıyordu) yarattığını anlattım. Frederique'e belki de düşüncelerimizin ya da masum yıllarımızın titreşimlerinin onu yıkmış olabileceğini de söyledim. Frederique, "Masumiyet modern insanların bir buluşudur," derdi.

Şakalaştık, Bausler Institut daha ne kadar devam edebilir? diye sorduk kendimize. Sonsuza dek ayakta kalacağını, gelecek kuşaklar boyu mutluluk saçan bir düzen içinde süreceğini sanıyorduk. Frederique ayakta durmuş, okul duvarlarının gölgesinde şakalaşıyor. Ağaçların gölgesi, sancak gibi ölümsüz görünen o yeri yüceltiyor.

Bakışında donuk, kasvetli bir ifade ve sevimsiz bir şeyler hissetmiştim. Gözleri bana bazen çivit mavisi gibi gelirdi, oysa yosun ve bataklık rengiydi.


 Oxford kentindeki ikametim sona erdiğinde, herhalde, hafif bir çılgınlığın öyküsü olacağını o akşam fark ettim; orada başlayan ya da olan her şey oradaki genel çılgınlıktan etkilenmeye ya da onun rengini taşımaya mahkum olacaktı, o nedenle aslında hiçbir çılgın yanı bulunmayan yaşamımın bütününde bir hiç olacaktı: Dağılıp gitmeye, romanlarda anlatılan öyküler ya da düşlerin hemen tümü gibi unutulmaya mahkumdu. Şu anda belleğimi ve kalemimi bu nedenle zorluyorum, çünkü biliyorum ki böyle yapmazsam giderek hepsini kafamdan silerim. Ölüleri de, oysa bizim yaşamlarımızın yarısıdırlar, canlılarla birlikte yaşamı oluşturur onlar, birbirlerini öbürlerinden ayıran da belirleyen de nedir, bilinmesi kolay değildir aslında; yani, canlıları, hayattayken tanımış olduğumuz ölülerden ayırmak demek istiyorum. Ve yazmazsam giderek Oxford'daki ölüleri kafamdan silerim. Benim ölülerimi. Kendi örneğimi.
   O kentteki ikametimin bir çılgınlığa yol açmasının bir bakıma hiç özel yanı yoktu, öyle ya, orada yaşayanların hepsi tedirgindir ya da psikolojileri bozuk kişilerdir. Çünkü dünyada değildirler, bu da oradan çıkıp dünyaya (örneğin Londra'ya) adım attıklarında soluksuz kalmalarına, kulaklarının çınlamasına, denge duyusunu yitirip tökezlemelerine ve alelacele yaşamlarına olanak veren ve yaşamlarını koruyan kente geri dönmek zorunda kalmaları için yeterlidir: Oxford'dayken zamanın içinde bile değildirler. Oysa ben zamanın da dünyanın da (örneğin Madrid'de) içinde bulunmaya alışkındım, dolayısıyla benim sapıtışım, o gece fark ettiğim gibi, başka bir türden olmalı, belki de kuralın tersine işlemeliydi. Hep dünyanın içinde bulunmuşken (yaşamımı dünyada geçirmişken) apansızın kendimi dünyanın dışında görüyordum, sanki bir başka fiziksel ortama, suya taşınmış gibiydim. Çılgınlık durumumun tam bilincine erişmem, Clare Bayes'in bakışında beklenmedik biçimde çocukluğumun beliriverişinden kaynaklanmış da olabilir, zira kişinin dünyada en yerleşik olduğu dönem çocukluk dönemidir ya da, tam çocuklar gibi söylersek, dünyanın en çok dünya olduğu, zamanın daha özlü olduğu ve ölülerin henüz yaşamın yarısını kaplamamış oldukları çağdır.

Albay Joll havaya bir çekiç kaldırıp kalabalığa gösteriyor, çadır kazıklarını çakmakta kullanılan sıradan, iki kiloluk bir çekiç bu. Yine bakışlarımız karşılaşıyor. Kalabalık suskunlaşıyor.
"Hayır!" Boğazımdan çıkan ilk söz boğuk, yeterince yüksek değil. Sonra tekrar: "Hayır!" Bu kez sözcük göğsümden çıkıp ortalıkta çınlıyor. Yolumu kesen asker sendeleyerek yana çekiliyor. Meydandayım, ellerimi hareketsiz kalabalığa kaldırıyorum: "Hayır! Hayır! Hayır!" 
Albay Joll'a, döndüğümde yalnızca beş adım ötemde, kollarını kavuşturarak durduğunu görüyorum. Ona parmağımı uzatıyorum. "Sen!" diye haykırıyorum. Her şey söylensin artık. Öfkelenilen kişi o olsun. "Sen bu insanların ahlakını bozuyorsun!"
Kılı kıpırdamıyor, yanıt vermiyor.
"Sen!" Kolumu bir tüfek gibi ona doğrultuyorum. Sesim meydanı dolduruyor. Mutlak bir sessizlik hakim; veya belki de ben duymayacak kadar kendimden geçmiş haldeyim.
Arkadan bir şey bana vuruyor. Tozun içine düşüyorum, nefesim kesiliyor, sırtımdaki eski ağrıyı tekrar hissediyorum. Üstüme bir sopa iniyor. Kendimi korumak için kolumu kaldırınca elime müthiş bir darbe iniyor.
Ayağa kalkmak önem kazanıyor, acı bunu ne kadar zorlaştırsa da. Ayağa kalkıp bana vuran kişiyi görüyorum. Tutsakların dövülmesine yardım etmiş olan, çavuş şeritleri taşıyan tıknaz adam bu. Dizlerini kırmış, burnundan soluyarak sopasını bir sonraki darbe için kaldırıyor. "Bekle!" diyorum soluk soluğa, gevşek elimi kaldırarak. "Galiba elimi kırdın!" Darbeyi alnıma indiriyor. Kolumu saklıyor, bağımı eğiyor ve korlemesine öne çıkarak boğuşmaya çalışıyorum. Başıma ve omuzlarıma darbeler iniyor. Aldırmıyorum: Tek istediğim, bir kez başladığıma göre sözlerimi bitirmem için gerekli birkaç saniye. Tuniğine sarılıp onu kendime çekiyorum. Boğuşsa da sopasını kullanamıyor; omzunun üstünden tekrar haykırıyorum.
"Onunla olmaz!" diye bağırıyorum. Çekiç Albay'ın kavuşmuş kollarının arasında yatıyor. "Bir hayvana bile çekiçle vurmazsın, bir hayvana bile!" Müthiş bir öfkeye kapılarak çavuşa dönüyor ve onu fırlatıp atıyorum. Gücüm tanrısal. Bir dakika sonra kaybolacak: Ona hala sahipken iyi kullanayım! "Bak!" diye haykırıyorum. Yerde uysalca yatan dört tutukluyu gösteriyorum, dudaklarını sırığa dayamışlar, elleri yüzlerinde, çekiçten habersizler, arkalarında olup bitenlerin farkında değiller, sırtlarındaki o küçük düşürücü damga dövülerek silindiği için rahatlamışlar, cezanın sona erdiğini umuyorlar. Kırık elimi göğe kaldırıyorum. "Bak!" diye haykırıyorum. "Biz yaratılışın büyük mucizesiyiz! Ama bu mucizevi beden bile bazı darbelerin verdiği hasarı onaramaz! Nasıl!.." Sözcükleri bulamıyorum. "Bak şu insanlara!" diye tekrar söze başlıyorum. "İnsanlar!" Kalabalıktakiler boyunlarını uzatıp tutsaklara, hatta onların kanayan yaralarının üstünde toplanmaya başlamış olan sineklere bakıyor.
Darbelerin geldiğini işitiyor ve onu karşılamak üzere dönüyorum. Suratımın tam ortasına iniyor. "Kör oldum!" diye düşünüyorum, bir anda üstüme çöken karanlıkta sendeleyerek gerilerken. Kan yutuyorum; yüzümde bir şey çiçek açıyor, önce gül gibi al bir sıcaklıkla başlıyor, sonra dehşetli bir ıstıraba dönüşüyor. Yüzümü ellerimle örtüp tepinerek bir çember çiziyor, haykırmamaya, düşmemeye çalışıyorum.
Daha sonra ne söylemek istediğimi anımsamıyorum. Yaratılışın bir mucizesi - bu düşünceyi takip ediyorum, ama benden ince bir duman gibi kaçıyor. Böcekleri, kınkanatlıları, solucanları, hamamböceklerini, karıncaları ayaklarımızın altında ezdiğimiz geliyor aklıma, onlar da farklı şekillerde yaratılışın mucizeleri.



Derken Aldo'nun eleştirisi daha da ağırlaşıyordu. Bu gençlerde bir eksiklik vardı. Bu eksikliğe hayattaki imkanları, o pek takdir ettiği gözüpeklikleri ve hareket edebilmeleri, yani taşıt sahibi olmaları yol açıyordu. Motorlarını canlarının istediği yere gitmek için kullanacakları yerde, karısıyla kol kola verip mahallede pizza dağıtan kendisiyle aynı şeyi yapmak için kullanmaları içini acıtıyordu. Ovaları ve çölleri aşmak, dağlara çıkıp denizlere inmek, şehirleri, ormanları, nehirleri, kayıp uygarlıkları, egzotik gelenekleri, kadim dinlere ait anıtları görmek yerine... doğup büyüdükleri şehrin bildik caddelerinde dönüp durmayı tercih ediyorlardı. Hayatın anlamı denebilecek macera arzusunun böyle tükenip gitmesi yazık değil miydi? Mutluluk arayışını daha en baştan ellerinin tersiyle itmiyorlar mıydı?
Kocasının maceraya böylesine değer verdiğinden habersiz, onu dünyanın en hareketsiz adamı olarak gören, hayya onun mutluluğu hareketsizlikle özdeşleştirdiğine inanan Rosa ise adama karşı çıkıyordu:
"İyi de bu motosikletlerle öyle uzaklara gidemezler ki, yavrucaklar."
"Hayda! Niye gidemesinler?"
Haksız sayılmazdı; bir kilometre gidebilen motosiklet yeterli süre tanınırsa bin kilometre de giderdi. Gençlikleri onlara süre konusunda üstünlük sağlıyordu. Üstelik Aldo büyük mesafeler kat etmeyi kastetmemişti, öyle yapsa kendi kişiliğiyle çelişkiye düşerdi. Büyük mesafeden kasti, hem sakince yürüyen kendisinin hem de şu oyuncaktan bozma gürültülü motorların ulaşabileceği, semtin en uzak köşeleriydi. Öyle iddasızdı ki yanılıyor olabileceğini kolayca kabulleniyordu. Hareket etmeyince hareket edeni eleştirme hakkını da kaybediyor ya da yanlış değerlendiriyordu, zira eve kapanmadan nasıl mutlu olabileceğini hayal bile edemiyordu. Ne kadar dönüp dolaşsalar da eninde sonunda hepsi başladıkları yere döneceklerdi. Sürekli ters yöne girmeleri bile gidiş yolundayken dönüşe geçtiklerinin göstergesiydi. 
Yaşlıların da aynı şekilde gençleri eleştirmeye hakları yoktu, eleştirseler de, önceki gibi, değerlendirmeleri yanlış çıkardı. Aldo ile Rosa yaşamın çalkantılı sularını aşıp mutluluğun dingin sahillerine yanaşmışlardı. Bundan başka hiçbir yolculuğun önemi yoktu ve onlara göre bu yolculuğun da bir dönüşü vardı. Mutluluk yalnızca romanlarda macerayla, zenginlikle, sevgiyle, güzellikle alakalıydı... Gerçekteyse mutluluk bir bekleyişti, sonsuz bir bekleyiş.
Aldo ile Rosa kendi kendine işleyen ve varacakları yere kadar beklemek dışında herhangi bir şey yapmalarını gerektirmeyen bir sürecin sonunda mutluluğa ulaşmışlardı. Ve kendilerini geceleri pizza dağıtır halde bulmuşlardı. O güne kadar kimse böyle bir şey yapmamıştı. Aslında kendileri için de gayet beklenmedik bir durumdu. Ama bunun önemi yoktu. Önemli olan, daha önce ne yaptıkları, kim olduklarıydı. Ülkenin üstüne çöken kriz herkese her şeyi serbest kılıyordu; artık kimse kimseye karışmıyordu. Üstelik evlere servis işi yeni sayılırdı ve önceden var olmadığından eski haliyle yenisini karşılaştırmak mümkün değildi. Toplumsal açıdan, yani, "Komşular ne der," açısından da karşılaştırma yapmak imkansızdı, çünkü bir tek şu an önemliydi. Yeni-liberalizm, adı üstünde, dünyaya yepyeni bir özgürlük bahşetmişti. Yeni ekonomik koşullar, zenginliğin kimlerin elinde toplandığı ve işsizlik eski alışkanlıkların içinde farklı alışkanlıkların oluşmasına yol açmıştı. Evsizler de yeni ortaya çıkmıştı ve işçilikten sokakta yaşamaya geçişle orta sınıftan bir ihtiyarın pizza dağıtımına geçişi arasında da paralellik kurulabilirdi. Oysa arada önemli bir fark vardı: Evsizler çoğalıyor ve mesleklerini çocuklarına öğretiyorlardı. Aldo ile Rosa'nın ise ne çocuğu vardı ne de mesleklerinin çoğalma ihtimali. 
Mutluluklarını kime miras bırakacaklardı? Flores geceleri kime kalacaktı?
Mutluluk denen ve her şeyi içinde barındıran o kusursuz bekleyiş dünyanın henüz tanımadığı şeyleri de tarihe geçirme tehlikesini taşıyordu. Acı çekmedikçe tanınıp tarihe geçmek mümkün değildi. Jonathan'ın başına gelenler, içerdiği bütün dehşete rağmen, bir başlangıçtı bu; nasıl sonuçlanacağı bilinmiyordu. Tıpkı pizzacıdan sipariş yetiştirmek için çıkıp bir daha dönememek gibiydi.
Tabii bu bilinmezlik sadece teoride kalmıyordu. Kriz insanların güvenliğini de tehlikeye sokmuş, herkesi birer hedef haline getirmişti. Daima uç görüşlere sahip olan Aldo konu açıldığında Rosa'ya, "Korkudan kurtulmanın tek yolu öteki tarafa geçip suçluya dönüşmek," derdi.
"Kimden korkuyorsun? Hırsızlardan mı? Hırsızlık yap. Fidyecilerden mi? Fidyecilik yap"
Kadınsa, "Söylemesi ne kolay, Aldito. Madem öyle, hastalıktan korkuyorsan hastalan, ölmekten korkuyorsan da öl bari," diye karşılık verirdi.
Adamsa, "Neden olmasın?" derecesine omuz silkmekle yetinirdi.  
Mutluluk yolculuğu eninde sonunda hastalık ve ölümle son bulacaktı. Motosikletli gençlerin bu yolculuğa erken başlama sebepleri para sayesinde kendilerini özgür hissetmekti; suçlular da para istiyordu, ama onlar yolculuğa erkenden başlamadıkları için (çünkü aileleri anlayışlı davranıp onlara çocuk yaştayken mopet almamıştı; aileleri çoğalmaktan başka bir şey yapmamıştı) kestirme yollar arıyorlardı. Yepyeni ve büyülü teknolojik gelişmeler ortaya çıktıkça namuslu yoldan para kazanabilmek ilkel bir zanaat haline gelmişti.


YILDIZSI ARKADAŞLIKLAR

Arkadaşlığın, olası arkadaşlıkların özü, Nietzsche'nin parlak sözlerinde bütün parıltı ve kırılganlığıyla ortaya çıkmaktadır. "Arkadaştık ve yabancıya döndük. Ama doğru olan da bu ve bunu, utanmamız gereken bir şeymişçesine, saklamak ya da gölgede bırakmak istemiyoruz. Biz iki gemiyiz, her birimizin kendine ait bir hedefi ve güzergahı var; yollarımız kesişebilir ve bunu, tıpkı yaptığımız üzere, bir şenlikle kutlayabiliriz: O zamanlar bizim akıllı uslu iki yelkenlimiz aynı limanda ve aynı güneşin altına demir atmış, sakin sakin duruyordu; aynı hedefe, her ikisi de aynı hedefe varmış edasındaydı."

Her birimizin hayatında birtakım şeyler değişebilir: Gemiler uzaklaşır ve birbirine yabancılaşır; bu uzaklığın geçici mi kalıcı mı olduğu bilinmez ve bu, arkadaşlık gibi böylesine güzel ve aydınlık bir deneyimin de kırılganlığın dile gelmez izlerini taşıdığını gösterir. 

Sözü gene Nietzsche'ye verelim: "Ama tam da o an, görevimizin her şeye kadir şiddeti bizi gene birbirimizden uzaklaşmaya, farklı denizlere ve güneşlere yol almaya sevk etti; belki de bir daha hiç görüşmeyeceğiz - hatta belki de görüşecek ama birbirimizi tanımayacağız: Farklı deniz ve güneşler bizi dönüştürmüş olacak! Birbirimizle yabancılaşmamız zaruri bir yasa adeta ama işte tam bu yüzden kendimize daha da layık olmalıyız!" İnsan olmanın bir durumu olan arkadaşlığın, öylesine karaltılı ve öylesine kırılgan, öylesine sıradanlaştırılmış ve gündelik hayat tarafından kirletilmiş arkadaşlığın anlamını derinlemesine ortaya koyan bu metin son kısımda, dile gelmez bir umuda açılmaktadır: "Ancak hayat çok kısa, asil bir olanak mahiyetinde arkadaş olabilmemiz için görüş alanımız çok kısıtlı. Böylelikle de, dünyada birbirimizin düşmanı bile olacak olsak, yıldızsı arkadaşlığımıza inanmak istiyoruz."

Böylesine kırılgan ve böylesine ışıltılı olan bu hayat biçimi hakkında daha başka neler söyleyebilirim? Arkadaşlıkta, görüşülmediği, karşılaşılmadığı ve konuşulmadığı zaman bile devam eden sonsuz bir diyalog yatar. Dost bir kişiyle karşılaşıldığında, sessizlik silinir ve yokluk ortadan kaybolur: Sadece görünürde kaybolmuş ama aslen hiç kesintiye uğramamış olan diyalog yeniden kurulur. Zaman, içsel zaman, kum saati zamanının neden olduğu kesintiler yüzünden değil kırılmak, eğilip bükülmez bile ve sessizliğin dili yine sözcüklerin dili haline gelir: Gözlere ve bakışlara yansıyan çehrelerin dilidir bu.

Arkadaşlıkta diyalog, sessizlikler ve sözcükler üzerinden kurulan diyalog vardır ve arkadaşlık, birbirine dost olan kişilerin arasında gizli saklı akan karstik akıntılar gibidir: Arkadaşlar ister yakın ister uzak olsun, ister mevcut ister namevcut olsun, ne zaman olursa olsun, çanlar çaldığında birbirlerini dinleyebileceklerini, birbirleriyle konuşabileceklerini, karşılaşabileceklerini, her mesafeyi ve görünürdeki kayıtsızlığı aşabileceklerini bilir. Arkadaşlık, acının ve hüznün yokuşundan indiğimiz zamanlarda, kurtulmamızı sağlayan saldır ve içten olması kaydıyla, yeni ya da eski olmasının bir önemi yoktur; her arkadaşlıkta kolaylıkla sönmeyen bir birliktelik ışığı yanar.

Hayatta var olan her asli şey gibi arkadaşlık da sadece sunulabilecek bir şeydir, ancak farklı farklı arkadaşlık çeşitleri vardır ve bunlar asla durağan ya da hareketsiz olamaz: Öngörülmemiş yakınlıklarla, uzaklıklarla ve hayattaki olaylarla yükselir ya da alçalırlar. Nietzsche'nin dediği gibi, her geminin kendi hedefi ve rotası vardır ama her gemi, yanına daha başka gemileri çağırabilir: Bu karışıklık ve dayanışma döngüsünde, belki de kapalı olmayan, açık olan bir arkadaşlığın özünü seçebilmemiz mümkündür. Son olarak da, arkadaşlık bellek demektir: Kronolojik bellek değil de, yaşanmış bellektir, her defasında geçmişi yürürlüğe koyan ve ona yeni ve yaratıcı anlamlar yükleyen içselleştirilmiş bellektir.

Ama arkadaşlığın da kırılgan olduğunu, yorgunluktan, kayıtsızlıktan, dikkatsizlikten, endişeden ya da sarsıcılıkları her zaman aşikar olmayan dış etkenlerden yara almaya açık olduğunu hiçbir zaman unutmamak gereklidir. Arkadaşlık sevinç, umut, nezaket, şefkat, çekingenlik, ruhun hüznü, incelik ve duyarlılık kadar olmasa da, yara açan hayatın sancısı onda da barınabilir.



136) "Hiç kendinden söz etmiyorsun" diyor. Marianne ve gözlerimin içine keskin bir bakışla bakıyor. Şaşırıyorum. Konuşmuyor muyum? (Yanıldığından adım gibi eminim.) Yani bu durumda neden söz etmemi istediğini merak ediyorum. Hayır, bunu o belirleyemezmiş. Benim bulmam gerekiyormuş. Bana kimse yardım edemezmiş. Aslında erkeklerin küçük duygusal tıkanmalar yaşamalarının çok normal olduğu söyleniyor (yalnız değilim yani). "Ayrıca erkeklerin kadınlardan biraz daha ketum oldukları ispatlanmış bir gerçek" diyor (kendinize açılmakta da zorlanıyorsunuz) ve biraz daha saçımı okşuyor, bana acıyor ama aynı zamanda işin içinde aşk olmasının önemini belirtiyor. "Yok, hayır" diyorum. Marianne kendimle biraz daha etkin bir şekilde uğraşmam gerektiğine inanıyor. "Mesele pozitif gelişim" diyor. Bir sandalyede oturup kemikleşmemeli insan. Mesele kendimi iyi hissetmem mi, yoksa bütün bunları kendi iyiliğin için mi söylüyorsun, diye soruyorum. Üzerine bir bıkkınlık çöküyor. Şu soruyu sorabildiğime göre, meseleyi hiç mi hiç anlamamışım. "Ben kendimle gayet iyiyim, daha iyi olmak için bir iç gözlem yapmaya ihtiyacım yok." Ancak Marianne başını sallıyor; evet, böyle sanmak kolay ama zaman bana başka bir şey gösterecekmiş. O gün gelip de onun haklı olduğunu anlayınca paparayı yiyeceğim (ve insanın aslında mutlu değilken mutlu olduğuna inanması oldukça yaygın bir yanılgı, diyor).

Sürekli afili laflar etmekten iyice kafasının karıştığını söylüyorum, bu da onu incitiyor. Zaman hangimizin kafasının daha karışık olduğunu gösterecek, diyor ve bu kişinin kendisi olmadığından oldukça emin görünüyor.

137) Geceyi yalnız geçirmeyi düşündüğümü söylüyorum. Belki yürüyüşe çıkarım. Tek başıma kalmalıyım. Marianne de yalnız kalmak istediğini söylüyor. Epeydir bunu önermek aklındaymış ama ben ondan önce davrandığım için sinirleniyor. Tek başıma kalmayı ondan daha fazla istediğimi düşünmesem iyi olurmuş. 

İkimiz de ayrı ayrı yürüyüşe çıkıyoruz. Ancak birkaç saat sonra bir kitapçıda karşılaşıyoruz. Durumu nasıl kurtaracağımızı pek bilemiyoruz. Bir bira içmek ister mi diye soruyorum ama o bu soruda bir bityeniği arıyor. Yok öyle bir şey, sonra gidip bira içiyoruz. Azıcık surat asıyoruz ama sonra birimiz gülümsüyor, o zaman da diğerinin gülümsemesi gerekiyor.

138) Ertesi gün, yine de gitmiyoruz. "Paris'ten çekip gideceğiz dedikten sonra artık bunun acelesi kalmadı" diyor Marianne - ha bugün gitmişiz ha yarın, fark eder mi?

139) Marianne'ye peynir alacağıma söz veriyorum. Peynirlerin göz alabildiğine sıralandığı dev bir süpermarket. Doğal olarak seçmesi de zor oluyor. Bir metre kadar sağımda duran yaşlı bir çifti göz hapsine alıyorum. Camembert kutularını açıp peyniri mıncıklıyorum. Mıncıklaması şahane. Kutuyu kapıp gidiyorum. Yaşlı çift uzun süre arkamdan bakıyor. Çabucak iyi bir peynir bulmamı birazcık kıskanıyorlar.

140) Sokaklarda dolaşıyor, hiçbir şey yapmıyoruz. Bir şey de söylemiyoruz. Bir galeri. Marianne içeri girmek istiyor. Duvarlarda tuhaf tuhaf resimler asılı, Marianne bunun çağdaş sanat olduğunu söylüyor. Pek çok resimde güzel renkler var. Tablolardan biri, kırmızı bir zemin üzerinde, minnacık bir toynakla kocaman bir mavi lekeyi yakalamaya çalışan mavimsi küçük bir çöp adam tablosu. Tabii ki yakalaması mümkün değil. Ayrıca tablonun köşelerinde üç ya da dört dörgen var. Resmi çok beğeniyorum. Marianne daha çekinceli. O çöp adamda kendimi görüyorum. Kocaman bir şeyi, minnacık bir şeyle yakalamaya çalışıyor. Bu tatlı ve birazcık zavallı bir şey. Marianne, "Ara sıra çok şeker banal olabiliyorsun" diyor. Şu anda söylediklerim, hakkımda çok şey anlatıyormuş. Neler anlattığını soruyorum ama söylemek istemiyor. "Çok tuhafsın. Tuhaf şeyler söylüyorsun" diyor. Beni anlaşılmaz mı buluyor acaba diye soruyorum ama cevap vermiyor. 

141) Tabloyu almak istiyorum. Marianne'ye göre, bu oldukça dramatik bir hareket. Bir şeyi beğenmekle ona sahip olmak arasındaki mesafe oldukça büyük. "Tabii ki büyük" diyorum. Fiziksel olarak fark çok büyük. Hem de aklın alamayacağı kadar. Herhangi bir tablo olmaktan benim olmaya geçiyor. İnsanı hayretlere düşüren bir şey tabii ki. Ama yine de onu almak istiyorum. "Paris'ten güzel bir anıyla ayrılabilirim" diyorum. Bu küçük, tatlı bir hikaye olacak. Hikayelerin peşinde değilim aslında. Hem de hiç. Ama onu satın alırsam, benim bir parçam olacak. Hayatım boyunca duvarda asılı kalacak. Bir zamanlar, bir yolculukta yaşadığım bir hissin tercümanı olacak. Ve tatil boyunca güzel zaman geçirmeye, yemekler yemeye para harcamak yerine, kalıcı şeylere para harcamak benim için daha önemli. 

Bir süre için tek başıma konuştuğumu fark ediyorum. Genellikle öyle olmuyor. "Böyle işte. Böyle düşünüyorum." Ve Marianne, böylesine ısrarlı olmam karşısında apaçık şaşırıyor. "E, o zaman tabloyu al" diyor (ama onu Avrupa'nın dört bir yanına taşıyacağını sanıyorsam yanılıyorum). Bunun aklıma bile gelmediğini söylüyorum.

142) Marianne tablonun fiyatını soruyor, sanatçının genç ve tanınmamış biri olduğunu, satmakla ilgileneceğini öğreniyoruz. Galerideki adam telefonu eline alıyor, sanatçıyla görüşüyor. Bir müddet pazarlık ediyoruz. Marianne aracılık yapıyor. Sanatçının, tablonun ülke dışına çıkmasını istemediği ortaya çıkıyor. Adresimi alabileceğini, ne zaman isterse gelip beni ziyaret edebileceğini ve tablosunu görebileceğini söylüyorum (ister yaz ister kış olsun). Ancak bunların olabileceğine inanmıyor. Böyle planları çok duymuş. Sonra, onun için tabloyu yapmanın pek becerilemeyecek bir şey olmadığını söylüyorum. Pekala yenisini yapabilir. Sanatçının tepesi atıyor ve satışın umrunda olmadığını söylüyor, size iyi yolculuklar, diyor. "Peki. Hoşçakalın" diyorum. O zaman hem sanatçının hem de galericinin paçaları tutuşuyor, hızlı hızlı bir şeyler konuşuyorlar. Tabloyu alıyorum. Fiyatın lafını bile etmeye değmez. Marianne'ye, "Galericiye tabloyu sarmasını söyler misin?" diyorum. Telefondaki sanatçı adresimi istiyor yine de.

TAM BİR YALNIZLIK içindeydiler.

Sefakis donuk bir şehirdi. Bazı günler, buraya asla kimse giremezmiş, kapılar bir daha hiç açılmayacakmış duygusuna kapılırlardı. Sokaklarda insanlar vardı, akşamları, gidip gelen yoğun kalabalıklar, Hedi-Şakir Caddesi'nin kemerleri altında, Hotel Mabrouk'un, Düstur Propaganda Merkezi'nin, Hilal Sineması'nın, Délices Pastanesi'nin önünde sürekli, dalga dalga insanlar; halka açık yerler, kahveler, lokantalar, sinemalar tıklık tıklımdı; yüzler zaman zaman tanıdık geliyordu. Ama çevrede, liman boyunda, surlar boyunca uzaklaştıkça ıssızlık, ölüm hüküm sürüyordu; cüce palmiyelerle çevrili çirkin katedralin önündeki kumlu kocaman açık alan; boş arsalar ve iki katlı binalarla çevrili Picville Bulvarı; çıplak ve ıssız, kapkara, dümdüz, kumların süpürdüğü Mangolta, Fezzani, Abdülkadir Cigal sokakları. Rüzgar, yelpaze biçiminde tek tük yaprağın çıktığı, odunsu kabuklarla kabarıklaşmış gövdeleriyle raşitik palmiyeleri sarsıyordu. Yüzlerce kedi çöp tenekelerinin içinde cirit atıyordu. Kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırmış, sarı tüylü bir köpek zaman zaman duvarlara sürünerek geçiyordu.

Bir allahın kulu yoktu: Hep kapalı duran kapıların ardında, çıplak koridorlardan, taş merdivenlerden, hiçbir yeri görmeyen avlulardan başka şey yoktu. Dik açılarla kesişen yollardan, demir kepenklerden, çitlerden, hayalet caddelerden, yapay sokaklardan, yapay alanlardan oluşan bir dünyaydı burası. Sessiz, yönlerini bilmeden yürüyorlar, zaman zaman bunların yalnızca düş olduğunu, aslında Sefakis diye bir yerin olmadığı, buranın soluk almadığı izlenimine kapılıyorlardı. Çevrelerinde yaşam belirtileri arıyorlardı. Hiçbir karşılık bulamıyorlardı. Bu acı veren bir tecrit edilme duygusuydu. Bu dünyadan afaroz edilmişlerdi, bu dünyanın içinde, ona ait değillerdi ve hiçbir zaman ona ait olmayacaklardı. Sanki kurulu çok eski bir düzen varmış, kesinkes bir yasa onları dışlıyormuş gibiydi: Nereye isterlerse gitmelerine izin verilecekti, tedirgin edilmeyeceklerdi, onlara tek bir söz söylenmeyecekti. Tanınmayanlar, yabancılar olarak kalacaklardı. Limandaki İtalyanlar, Maltalılar, Yunanlılar onların sessizce geçip gidişini seyredeceklerdi; bembeyaz giysili, altın çerçeve gözlüklü büyük zeytinlik sahipleri, çavuşları arkada, yavaş adımlarla Bey Caddesi'nde yürürlerken, onları görmeden yanlarından geçip gideceklerdi.

Sylvie'nin meslektaşlarıyla da yalnızca dolaylı, genellikle mesafeli ilişkileri vardı. Asli Fransız eğitimciler, ücretleri pek beğenmiyor gibiydiler. Bu farklılıktan pek rahatsızlık duymayanlar bile, daha önce kafalarında canlandırdıklarına uygun olmadığı için Sylvie'yi zor bağışladılar: Öğretmen karısı ya da öğretmen olarak onun yerinde, saygınlığı, hali tavrı, kültürüyle sınıfına yaraşır, taşra kökenli, iyi bir küçük burjuva hanımı görmek isterlerdi. Orada Fransa temsil ediliyordu. Her ne kadar iki Fransa varsa da -bir an önce Angouleme'de, Beziers'de ya da Tarbes'da bir ev edinmek isteyen, meslekte yeni öğretmenlere, sömürge zammı almayan ama başkalarını rahatça aşağılayabilen asiler ve asker kaçakları (ama bu tükenmek üzere olan bir türdü: Çoğu bağışlanmış, diğerleri Cezayir'e, Gine'ye yerleşmek üzere gitmişlerdi)- sonuçta her iki tür de sinemada birinci sırada yerli veletlerle yan yana oturmayı, ya da üstü başı dökülen, traşsız, çapulcu bir görünüşle yollarda tembel tembel sürtmeyi kabul etmeye pek hazır görünmüyordu. Birkaç kez kitap, plak değiş tokuş etmişler, Régence'da bir-iki tartışma yapmışlardı hepsi bu kadar. Hiçbir sıcak çağrıda, hiçbir canlı dostluk göstergesinde bulunulmadı; dostluk Sefakis'te yeşermeyen bir nesneydi. İnsanlar, kendilerine çok büyük gelen evlerde içlerine kapanıyorlardı.


Yurtdışı gezilerimde evinde kaldığım kişileri nasıl buluyorum? En çok gelen sorulardan biri de bu. www.couchsurfing.org sitesinden buluyorum. Hiç bilmeyenler için kabaca anlatıp, biraz bilgi vereyim.

Bu siteyi facebook gibi düşünün ama genelde gezginlerin kullandığı bir oluşum. Gittiğiniz ülkede o bölgenin gerçek kültürünü görmek ve ücretsiz konaklamak için en iyi alternatiflerden biridir. Aynı facebooktaki gibi kullanıcı profili açıyorsunuz, fotoğraflarınızı ekleyip kısaca hayatınız ile ilgili bilgileri giriyorsunuz. Gittiğiniz ülkeleri ve gitmek istediğiniz ülkeleri de belirtebilirsiniz. Yaşınız, mesleğiniz, becerileriniz gibi bir çok detayı da yazabilirsiniz. Bu profilinizi hem gideceğiniz ülkelerde ev bulmak hem de sizin ülkenize gelecek gezginleri ağırlamak için kullanacaksınız. Tabi profili açmakla insanlar sizi hemen kabul etmez ya da sizin evinizde kalmak istemez. Çünkü önce size güvenmek isterler. Peki hiç tanımadıkları birine nasıl güvenecekler? İşte orada devreye sizin hakkınızda yazılan olumlu/olumsuz yorumlar giriyor. Birinin evinde kalınca ya da birini evinizde misafir edince karşılıklı olarak, beraber geçirdiğiniz günler hakkında birbirinize yorum yazıyorsunuz. Bu yorumlar herkese açıktır, herkes görebilir. Ne kadar çok olumlu yorumunuz olursa ev bulma işiniz o kadar kolaylaşır. Ee şimdi profili açtım nasıl olumlu yorumum olacak ki, kimse beni kabul etmez diyebilirsiniz. Burada yapılacak en kolay iş, arkadaşlarınızdan elbet couchsurfingi kullanan birisi vardır. Onlardan rica edip hakkınızda bir tane olumlu yorum yazmasını(ingilizce) isteyin. İşte arkadaşımdır, iyi çocuktur, gezmeyi sever, beraber şurayı gezdik, uyumludur vs gibi. Üye olmuş hiç arkadaşınız yoksa genelde büyük şehirlerde düzenlenen haftalık couchsurfing buluşma etkinliklerine katılıp, oradan bir, iki arkadaş edinebilirsiniz. Eğer bu işte ciddi olacaksanız önce bir, iki gezgini evinizde ağırlayın. Onlardan gelen olumlu yorumlar sayesinde de gittiğiniz ülkelerde ev bulmanız kolaylaşır. Hele 7-8 olumlu yorumunuz ve profilinizde detaylı bilgiler varsa işler daha da kolay olur.

İlk yapmanız gerekenler
1- Profil açın.
2- Profilinizi detaylıca doldurun. Ne kadar detaylı olursa işi o kadar ciddiye aldığınız anlaşılır.
3- Fotoğraf eklerken daha çok sosyal biri olduğunuzu gösteren fotoğraflar ekleyin.
4- Üye birisini bulup hakkınızda en az bir olumlu yorum yazılmasını sağlayın. (Bunu benden istemeyiniz)
5- Evinizde en az bir, iki tane misafir ağırlayarak olumlu yorumlarınızı arttırmaya bakın.
6- Facebook profilinizi couchsurfing profiliniz ile ilişkilendirebilir, böylece profilinizin daha güvenilir olduğunu gösterebilirsiniz. Bunu couchsurfing sitesinden ayarlayacaksınız, facebooktan değil.
7- Sitenin birde onaylı üye gibi bir özelliği var. Bunu aktif etmek için yaklaşık 50 TL ödeme yapmanız gerekiyor. Onaylı kullanıcı olduğunuzda muhtemelen insanlar sizi daha ciddiye alacaklardır ama bu illaki şart değil. Benim gibi onaylı kullanıcı olmadan da ev bulabilirsiniz.

Ev ararken yapmanız gerekenler
1- Gideceğiniz şehir ismini yazarak o bölgedeki ev sahiblerini arayın.
2- Filtre kısmından en son 1 hafta ya da 1 ay önce on-line olmuş kişileri seçin. Çünkü arama yaptığınızda 3 yıldan beri siteye hiç girmemiş kişileri bile görebilirsiniz.
3- İşinizi daha sağlama almak isterseniz yine filtre kısmından “sadece olumlu yoruma sahip kişileri göster” diyebilirsiniz.
4- Bulduğunuz potansiyel ev sahiplerine kesinlikle direk mesaj göndermeyin! Sadece konaklama talebi gönderip, kalmak istediğiniz gün aralığını belirtin. Bunu yaparken bir de ön mesaj göndermeniz gerekiyor. Mesajınız standart kopyala/yapıştır mesajı olursa puan kaybedersiniz. Kim olduğunuzu, ne iş yaptığınızı, nasıl gezdiğinizi ve ne kadar kalmak istediğinizi kısaca belirtin. Mesajınıza ev sahibinin ismini yazarak başlarsanız kopyala/yapıştır olmadığı daha bir net olur.
5- Konaklama talebi gönderirken kişinin profilinde, evi hakkında yazan bölümü iyi okuyunuz. Bazı kullanıcılar sadece erkek ya da sadece kadın kabul edebilir. Boş yere hem kendi zamanınızı kaybetmeyin hem de karşıdakinin zamanını çalmayın.
6- Ne kadar erken ev aramaya başlarsanız bulma şansınız o kadar kolay olur. Son 2-3 güne bırakırsanız işler daha da zorlaşır.
7- Duruma göre ne kadar çok talep gönderirseniz ev bulma şansınız o kadar çok artar.
8- Talepleri gönderdikten sonra beklemeye başlayın. Olumlu dönüş olursa ve o kişide kalacaksanız, beklemede olan diğer gönderdiğiniz talepleri iptal edin.

Ev bulduktan sonra yapmanız gerekenler
1- Adresi isteyin. Hatta google mapsden ekran görüntüsü almaya çalışın.
2- Havaalanı ya da terminalden oraya en ucuz nasıl gidileceğini öğrenin.
3- Mobil telefon numarasını isteyin. Watsapp varsa onu da isteyin.
4- Bulunduğunuz yerden bir isteği var mı sorun. Bazen ülkenizin parasını ya da ufak geleneksel şeyler isteyen çıkabiliyor.
5- Bir şey istemeseler bile siz yine de ufak bir hediye götürmeye çalışın. Türkiye ile ilgili bir magnet ya da nazar boncuklu bir anahtarlık gibi şeyler olabilir.

Eve gittikten sonra yapmanız gerekenler
1- Kuralları ev sahibi koyar. Kimisi direk size evin anahtarını verir, kafana göre takıl der kimisi ise anahtar vermez, akşam 10 da ben yatarım ona göre bu saatte gel diyebilir. Kurallar neyse uymak zorundasınız. Ama rahat olun genelde böyle sıkı kurallar olmaz.
2- Ev ile merkez arasında toplu taşıma nasıldır detaylıca öğrenin.
3- Gezilecek yerler hakkında zaten bilgileri ondan alacaksınız.
4- Evi temiz kullanın. Yemek yerseniz bulaşıkları siz yıkayın.
5- Ev sahibiniz öğrenci ise muhtemelen durumu iyi değildir. Dışarıda yemek yerseniz hesabı ona ödetmeyin.
6- Unutmayın ki orada ülkenizi temsil edeceksiniz. Konaklamanız ne kadar olumlu geçerse ev sahibiniz Türkiye hakkında o kadar olumlu düşünecektir.
7- Evden ayrıldıktan sonra yorum yazmayı unutmayın. İlk yorumu misafir olan yazar, ev sahibi değil.

Ev bulamazsanız yapılacaklar
1- O şehrin couhsurfing grubuna gözatın. Muhtemelen haftada bir buluşma etkinliği vardır. Oraya katılmak serbesttir. Gidip lokal insanlarla ya da sizin gibi gezenlerle tanışıp o bölge hakkında detaylıca bilgi alabilirsiniz. Yalnız bu buluşmaları ben hiç sevemedim. Bir sürü yabancı kişi oluyor. Herkes birbirine neredensin, nereye gittin, sonraki durak ney, en sevdiğin yer neresi vs gibi şeyler soruyor. Ve 5 dakika sonra herkes hepsini unutuyor.
2- Bazen talep gönderdiğiniz kişiler sizi evinde misafir edemeyebilir ama gün içinde dışarıda buluşup, beraber gezebilirsiniz. Bence bu da güzel bir fırsattır.

Couchsurfingin faydaları nedir?
1- Gittiğiniz yerin gerçek kültürünü görmenizi ve birebir o kültürü yaşamanızı sağlar.
2- Yabancı dilinizi geliştirir. Yabancı dilim iyi değil, ev sahibiyle nasıl anlaşacağım ki derseniz bunu izleyin.
3- Gezileriniz daha düşük maliyetli olmaya başlar. (Bu oluşumu sadece bedava ev bulmak için kullanmak büyük hata olur)

Yapmamanız gerekenler
1- Kız arkadaş bulmak için bu platformu kullanmayın.

Kesinlikle yapmamanız gerekenler
1- Kız arkadaş bulmak için bu platformu kullanmayın.

Evinde kaldığım bazı kişilerin Türk kullanıcılar hakkındaki tecrübelerini anlatsam yuh dersiniz. O derece.

Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa

ABOUT ME

I could look back at my life and get a good story out of it. It's a picture of somebody trying to figure things out.

POPULAR POSTS

  • DARIDERE KAMP ALANI
    Ulaşım Darıdere Mesire Yeri ve Kamp Alanı, Balıkesir, Altınoluk, Narlı Köyünden 13 km içeridedir. İzmir-Çanakkale yolu üzerinde Çanakkale yö...
  • Marcel Proust - Lemoine Vakası
    IV. HENRI DE RÊGNIER    Elması pek de sevmem. Güzel görünmüyor. İnsanın yüzünde bıraktığı o küçük güzellik, etkisindense daha çok yansımasın...
  • "Babam Beni Şah Damarımdan Öptü" - Ozan Önen
       İnsan, babası hayattayken, sanki tüm babalar hayattaymış gibi bir yanılgıya; babası öldüğündeyse sanki sadece kendi babası ölmüş gibi bir...
  • "Musa'nın Derinlerine Düşen Yutkunuş" - Ahmet Sarı
    Bir şeyleri paylaşmak için doğru zaman doğru mekân doğru vesaire ararken geçer zaman. Bilirsiniz. Mustafa Kutlu, "İnsanlar ölür ve cena...
  • VİETNAM SEYAHAT FOTOĞRAFÇILIĞI - ÜLKENİN EN İYİLERİ VE ÖNEMLİ NOKTALARI
    Fotoğrafçı Réhahn tarafından Vietnam Seyahat İpuçları  Fransız fotoğrafçı Réhahn şu anda Vietnam’daki kabilelerin 54’ünü fotoğraflamak için ...
  • CAMPING ADRİAKE
    Ulaşım Antalya'dan Demre'ye minibüsler ile ulaşabilirsiniz. Kamp alanı sahil kenarında. Demre merkeze geldikten sonra buraya ulaşım ...
  • "Bilinmeyen Sular" - Mevsim Yenice
    “Benim için daha iyi olacak,” diyor. Neden bahsettiğinden haberi yok, adım gibi eminim bundan. Yine de kafamı sallayarak destek oluyorum. ...
  • ERCİYES EKSPRESİ (ADANA - KAYSERİ TRENİ)
    Treni hangi operatör işletiyor? TCDD Taşımacılık Nasıl bir trenle seyahat edeceğim? Dizel lokomotifin çektiği vagon dizisi Seyahat seçenekle...
  • Çılga Cantürk - Mutlu Gel Huzurlu Gel
    MUTLU GEL HUZURLU GEL 21.. 6 Ocak 2017 anısına .. İnsan ne kadar sevildiğini ve bu zamana kadar neler yaşamış olduğunu aklının bir köşesinde...
  • APOSTİL NEDİR?
    Apostil belki de ilk defa duyduğunuz bir terim ve ne anlama geldiği hakkında hiç bir fikriniz yok. Belki de var nasıl yapıldığını bilmiyorsu...

Advertisement

Follow us on Facebook

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

EREN ARDA GÜLER. Blogger tarafından desteklenmektedir.

Featured Post (Slider)

Kötüye Kullanım Bildir

Archive

  • ▼  2020 ( 184 )
    • ►  Mayıs ( 50 )
    • ▼  Nisan ( 44 )
      • MOSTAR KÖPRÜSÜ HAKKINDA
      • KABİN BAGAJINDA TAŞINABİLECEKLER
      • ULUSLARARASI GEÇERLİLİĞİ OLAN EHLİYET NASIL ALINIR?
      • Yeraltı Sakinleri - Jack Kerouac
      • Fatih Baha Aydın - Karanlıkta
      • Haruki Murakami - Mesleğim Yazarlık
      • Alejandro Zambra - Serbest Kürsü
      • Harun Bora Tunç - İyiler ve Galipler
      • Nurhan Suerdem - Maruzatım Var
      • Fleur Jaeggy - Disiplinli Güzel Günler
      • Javier Marias - Tüm Ruhlar
      • J.M. Coetzee - Barbarları Beklerken
      • Cesar Aira - Flores Geceleri
      • Eugenio Borgna - Şu Bizim Kırılganlığımız
      • Erlend Loe - Kadının Fendi
      • Georges Perec - Şeyler
      • COUCHSURFING NEDİR? NASIL KULLANILIR?
      • İLKBAHAR'DA GİDİLECEK EN GÜZEL 10 ÜLKE
      • MART AYINA ÖZEL 10 YURTİÇİ ROTA ÖNERİSİ
      • Ali Teoman - Kırık Kalpler Terzihanesi
      • Hermann Hesse - Ağaçlar
      • Kurt Vonnegut - Allah Senden Razı Olsun Dr. Kevorkian
      • Wilhelm Schmid - Sakin Olmak
      • Susanna Tamaro - Anima Mundi
      • İtalo Calvino - Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler
      • Fatih Balkış - Karaçam Ormanında
      • Yan Lianke - Günler Aylar Yıllar
      • DÜNYANIN EN TUHAF MÜZELERİ
      • EİFFEL'İN HİKAYESİ
      • Paris’te Ünlülerin Son Durağı: Le Pere Lachaise
      • PRAG'IN MİMİKSİZ KAHRAMANLARI
      • 1357’DEN GÜNÜMÜZE KARLUV MOST
      • DUOMA DI MİLANO: İTALYA'NIN ÜNLÜ MİLANO KATEDRALİ
      • Ariana Harwicz - Geber Aşkım
      • Nina Berberova - Eşlikçi Kız
      • Melih Cevdet Anday - Raziye
      • Feyza Hepçilingirler - Sabah Yolcuları
      • Burhan Günel - Uzun Yol Sürücüsü
      • Fatma Nur Kaptanoğlu - Homologlar Evi
      • Charles Soule - Kehanet Yılı
      • Tuncer Erdem - Kaz Düşü
      • L. M. Montgomery - Yeşilin Kızı Anne
      • Ursula K. Le Guin - Malafrena
      • Sayaka Murata - Kasiyer
    • ►  Mart ( 17 )
    • ►  Şubat ( 73 )
  • ►  2019 ( 258 )
    • ►  Kasım ( 43 )
    • ►  Ekim ( 43 )
    • ►  Eylül ( 53 )
    • ►  Ağustos ( 6 )
    • ►  Temmuz ( 2 )
    • ►  Haziran ( 9 )
    • ►  Mayıs ( 16 )
    • ►  Nisan ( 56 )
    • ►  Mart ( 15 )
    • ►  Şubat ( 7 )
    • ►  Ocak ( 8 )
  • ►  2018 ( 51 )
    • ►  Aralık ( 7 )
    • ►  Kasım ( 8 )
    • ►  Ekim ( 7 )
    • ►  Eylül ( 3 )
    • ►  Temmuz ( 2 )
    • ►  Haziran ( 3 )
    • ►  Mayıs ( 1 )
    • ►  Nisan ( 4 )
    • ►  Mart ( 3 )
    • ►  Şubat ( 5 )
    • ►  Ocak ( 8 )
  • ►  2017 ( 11 )
    • ►  Aralık ( 1 )
    • ►  Ekim ( 10 )

Bu Blogda Ara

Blog Archive

  • ▼  2020 ( 184 )
    • ►  Mayıs 2020 ( 50 )
    • ▼  Nisan 2020 ( 44 )
      • MOSTAR KÖPRÜSÜ HAKKINDA
      • KABİN BAGAJINDA TAŞINABİLECEKLER
      • ULUSLARARASI GEÇERLİLİĞİ OLAN EHLİYET NASIL ALINIR?
      • Yeraltı Sakinleri - Jack Kerouac
      • Fatih Baha Aydın - Karanlıkta
      • Haruki Murakami - Mesleğim Yazarlık
      • Alejandro Zambra - Serbest Kürsü
      • Harun Bora Tunç - İyiler ve Galipler
      • Nurhan Suerdem - Maruzatım Var
      • Fleur Jaeggy - Disiplinli Güzel Günler
      • Javier Marias - Tüm Ruhlar
      • J.M. Coetzee - Barbarları Beklerken
      • Cesar Aira - Flores Geceleri
      • Eugenio Borgna - Şu Bizim Kırılganlığımız
      • Erlend Loe - Kadının Fendi
      • Georges Perec - Şeyler
      • COUCHSURFING NEDİR? NASIL KULLANILIR?
      • İLKBAHAR'DA GİDİLECEK EN GÜZEL 10 ÜLKE
      • MART AYINA ÖZEL 10 YURTİÇİ ROTA ÖNERİSİ
      • Ali Teoman - Kırık Kalpler Terzihanesi
      • Hermann Hesse - Ağaçlar
      • Kurt Vonnegut - Allah Senden Razı Olsun Dr. Kevorkian
      • Wilhelm Schmid - Sakin Olmak
      • Susanna Tamaro - Anima Mundi
      • İtalo Calvino - Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler
      • Fatih Balkış - Karaçam Ormanında
      • Yan Lianke - Günler Aylar Yıllar
      • DÜNYANIN EN TUHAF MÜZELERİ
      • EİFFEL'İN HİKAYESİ
      • Paris’te Ünlülerin Son Durağı: Le Pere Lachaise
      • PRAG'IN MİMİKSİZ KAHRAMANLARI
      • 1357’DEN GÜNÜMÜZE KARLUV MOST
      • DUOMA DI MİLANO: İTALYA'NIN ÜNLÜ MİLANO KATEDRALİ
      • Ariana Harwicz - Geber Aşkım
      • Nina Berberova - Eşlikçi Kız
      • Melih Cevdet Anday - Raziye
      • Feyza Hepçilingirler - Sabah Yolcuları
      • Burhan Günel - Uzun Yol Sürücüsü
      • Fatma Nur Kaptanoğlu - Homologlar Evi
      • Charles Soule - Kehanet Yılı
      • Tuncer Erdem - Kaz Düşü
      • L. M. Montgomery - Yeşilin Kızı Anne
      • Ursula K. Le Guin - Malafrena
      • Sayaka Murata - Kasiyer
    • ►  Mart 2020 ( 17 )
    • ►  Şubat 2020 ( 73 )
  • ►  2019 ( 258 )
    • ►  Kasım 2019 ( 43 )
    • ►  Ekim 2019 ( 43 )
    • ►  Eylül 2019 ( 53 )
    • ►  Ağustos 2019 ( 6 )
    • ►  Temmuz 2019 ( 2 )
    • ►  Haziran 2019 ( 9 )
    • ►  Mayıs 2019 ( 16 )
    • ►  Nisan 2019 ( 56 )
    • ►  Mart 2019 ( 15 )
    • ►  Şubat 2019 ( 7 )
    • ►  Ocak 2019 ( 8 )
  • ►  2018 ( 51 )
    • ►  Aralık 2018 ( 7 )
    • ►  Kasım 2018 ( 8 )
    • ►  Ekim 2018 ( 7 )
    • ►  Eylül 2018 ( 3 )
    • ►  Temmuz 2018 ( 2 )
    • ►  Haziran 2018 ( 3 )
    • ►  Mayıs 2018 ( 1 )
    • ►  Nisan 2018 ( 4 )
    • ►  Mart 2018 ( 3 )
    • ►  Şubat 2018 ( 5 )
    • ►  Ocak 2018 ( 8 )
  • ►  2017 ( 11 )
    • ►  Aralık 2017 ( 1 )
    • ►  Ekim 2017 ( 10 )

Combine

Horizontal

Vertical1

Vertical2

Gallery

Portfolio

  • Home
  • Features
  • _Multi DropDown
  • __DropDown 1
  • __DropDown 2
  • __DropDown 3
  • _ShortCodes
  • _SiteMap
  • _Error Page
  • Learn Blogging
  • Documentation
  • _Web Documentation
  • _Video Documentation
  • Download This Template

Footer Menu Widget

  • Home
  • About
  • Contact Us

Social Plugin

Contact us

About

Channels

  • abd
  • adana
  • afrika
  • afyon
  • ağva kilimli koyu
  • airport
  • almanya
  • amerika
  • andorra
  • anı harabeleri
  • ankara
  • antalya
  • apostil
  • app
  • araç
  • arkadaş
  • asya
  • Atatürk
  • avrupa
  • avusturya
  • ayder yaylası
  • balıkesir
  • balkanlar
  • bandırma
  • banka
  • bebek
  • belarus
  • bisiklet
  • bisikletli kamp
  • blog
  • blogger
  • bolu
  • bosna hersek
  • bursa
  • card
  • couchsurfing
  • çadır
  • çadır kurulumu
  • çalışmak
  • çıldır gölü
  • çin
  • çin seddi
  • çipli pasaport
  • denizli
  • doğa
  • doğu ekspresi
  • dolar
  • dost
  • dünya
  • e-pasaport
  • elazığ
  • en iyi bölgeler
  • erciyes ekspresi
  • erzurum
  • eskişehir
  • etik
  • euro
  • evcil
  • everest
  • festival
  • fırat ekspresi
  • fotoğrafçılık
  • galata kulesi
  • gecelemek
  • gezi
  • glamping
  • gümüşhane
  • güney kurtalan ekspresi
  • gürcistan
  • güvenilir
  • güvenlik
  • harcama
  • hava durumu
  • havaalanı
  • havalimanı
  • hayvan
  • hindistan
  • hostel
  • ısparta
  • iç anadolu
  • ingiltere
  • interrail
  • isic card
  • istanbul
  • iş
  • izmir
  • jet lag
  • kahvaltı
  • kamp
  • kamp alanı
  • kamp amerika
  • kamp eczanesi
  • kamp ekipman
  • kamp matı
  • kamp mutfağı
  • kanada
  • karadağ
  • karadeniz
  • karavan
  • karavan kampı
  • karesi ekspresi
  • karester yaylası
  • kars
  • kars kalesi
  • kart
  • kasım
  • kastamonu
  • kayak
  • kayak merkezleri
  • kayseri
  • kıbrıs
  • kış
  • kızılcahamam
  • kira
  • kocaeli
  • konaklama
  • kosova
  • kredi kartı
  • kutlama
  • küba
  • kültür
  • kütahya
  • macera
  • makedonya
  • malatya
  • maliyet
  • manzara
  • marmara
  • mil
  • miras
  • moldova
  • osmaniye
  • otel
  • outdoor
  • oyun
  • öğrenci
  • pamukkale
  • para
  • pasaport
  • rehber
  • rize
  • rota
  • rüzgar
  • sabahlamak
  • seyahat
  • sırbistan
  • sırt çantası
  • singapur
  • şile
  • tarih
  • tatil
  • tax free
  • tcdd
  • telefon
  • temizlik
  • tırmanma
  • travel
  • tren
  • türk lirası
  • türkiye
  • ucuz
  • uçak
  • ukrayna
  • uluslararası
  • uygulama
  • uyku tulumu
  • uyumak
  • uzungöl
  • ülke
  • üniversite
  • vanlife
  • vatandaşlık
  • verçenik yaylası
  • vergi
  • vietnam
  • visa
  • vize
  • vizesiz ülkeler
  • wordpress
  • work
  • work and travel
  • world
  • yapıt
  • yaz
  • yedigöller
  • yemek
  • yeşil pasaport
  • yeşillik
  • yurtdışı

Categories

  • abd
  • adana
  • afrika
  • afyon
  • ağva kilimli koyu
  • airport
  • almanya
  • amerika
  • andorra
  • anı harabeleri
  • ankara
  • antalya
  • apostil
  • app
  • araç
  • arkadaş
  • asya
  • Atatürk
  • avrupa
  • avusturya
  • ayder yaylası
  • balıkesir
  • balkanlar
  • bandırma
  • banka
  • bebek
  • belarus
  • bisiklet
  • bisikletli kamp
  • blog
  • blogger
  • bolu
  • bosna hersek
  • bursa
  • card
  • couchsurfing
  • çadır
  • çadır kurulumu
  • çalışmak
  • çıldır gölü
  • çin
  • çin seddi
  • çipli pasaport
  • denizli
  • doğa
  • doğu ekspresi
  • dolar
  • dost
  • dünya
  • e-pasaport
  • elazığ
  • en iyi bölgeler
  • erciyes ekspresi
  • erzurum
  • eskişehir
  • etik
  • euro
  • evcil
  • everest
  • festival
  • fırat ekspresi
  • fotoğrafçılık
  • galata kulesi
  • gecelemek
  • gezi
  • glamping
  • gümüşhane
  • güney kurtalan ekspresi
  • gürcistan
  • güvenilir
  • güvenlik
  • harcama
  • hava durumu
  • havaalanı
  • havalimanı
  • hayvan
  • hindistan
  • hostel
  • ısparta
  • iç anadolu
  • ingiltere
  • interrail
  • isic card
  • istanbul
  • iş
  • izmir
  • jet lag
  • kahvaltı
  • kamp
  • kamp alanı
  • kamp amerika
  • kamp eczanesi
  • kamp ekipman
  • kamp matı
  • kamp mutfağı
  • kanada
  • karadağ
  • karadeniz
  • karavan
  • karavan kampı
  • karesi ekspresi
  • karester yaylası
  • kars
  • kars kalesi
  • kart
  • kasım
  • kastamonu
  • kayak
  • kayak merkezleri
  • kayseri
  • kıbrıs
  • kış
  • kızılcahamam
  • kira
  • kocaeli
  • konaklama
  • kosova
  • kredi kartı
  • kutlama
  • küba
  • kültür
  • kütahya
  • macera
  • makedonya
  • malatya
  • maliyet
  • manzara
  • marmara
  • mil
  • miras
  • moldova
  • osmaniye
  • otel
  • outdoor
  • oyun
  • öğrenci
  • pamukkale
  • para
  • pasaport
  • rehber
  • rize
  • rota
  • rüzgar
  • sabahlamak
  • seyahat
  • sırbistan
  • sırt çantası
  • singapur
  • şile
  • tarih
  • tatil
  • tax free
  • tcdd
  • telefon
  • temizlik
  • tırmanma
  • travel
  • tren
  • türk lirası
  • türkiye
  • ucuz
  • uçak
  • ukrayna
  • uluslararası
  • uygulama
  • uyku tulumu
  • uyumak
  • uzungöl
  • ülke
  • üniversite
  • vanlife
  • vatandaşlık
  • verçenik yaylası
  • vergi
  • vietnam
  • visa
  • vize
  • vizesiz ülkeler
  • wordpress
  • work
  • work and travel
  • world
  • yapıt
  • yaz
  • yedigöller
  • yemek
  • yeşil pasaport
  • yeşillik
  • yurtdışı

PGA Head Teaching Professional

Fotoğrafım
erenardaguler
Profilimin tamamını görüntüle

Channels

  • abd
  • adana
  • afrika
  • afyon
  • ağva kilimli koyu
  • airport
  • almanya
  • amerika
  • andorra
  • anı harabeleri
  • ankara
  • antalya
  • apostil
  • app
  • araç
  • arkadaş
  • asya
  • Atatürk
  • avrupa
  • avusturya
  • ayder yaylası
  • balıkesir
  • balkanlar
  • bandırma
  • banka
  • bebek
  • belarus
  • bisiklet
  • bisikletli kamp
  • blog
  • blogger
  • bolu
  • bosna hersek
  • bursa
  • card
  • couchsurfing
  • çadır
  • çadır kurulumu
  • çalışmak
  • çıldır gölü
  • çin
  • çin seddi
  • çipli pasaport
  • denizli
  • doğa
  • doğu ekspresi
  • dolar
  • dost
  • dünya
  • e-pasaport
  • elazığ
  • en iyi bölgeler
  • erciyes ekspresi
  • erzurum
  • eskişehir
  • etik
  • euro
  • evcil
  • everest
  • festival
  • fırat ekspresi
  • fotoğrafçılık
  • galata kulesi
  • gecelemek
  • gezi
  • glamping
  • gümüşhane
  • güney kurtalan ekspresi
  • gürcistan
  • güvenilir
  • güvenlik
  • harcama
  • hava durumu
  • havaalanı
  • havalimanı
  • hayvan
  • hindistan
  • hostel
  • ısparta
  • iç anadolu
  • ingiltere
  • interrail
  • isic card
  • istanbul
  • iş
  • izmir
  • jet lag
  • kahvaltı
  • kamp
  • kamp alanı
  • kamp amerika
  • kamp eczanesi
  • kamp ekipman
  • kamp matı
  • kamp mutfağı
  • kanada
  • karadağ
  • karadeniz
  • karavan
  • karavan kampı
  • karesi ekspresi
  • karester yaylası
  • kars
  • kars kalesi
  • kart
  • kasım
  • kastamonu
  • kayak
  • kayak merkezleri
  • kayseri
  • kıbrıs
  • kış
  • kızılcahamam
  • kira
  • kocaeli
  • konaklama
  • kosova
  • kredi kartı
  • kutlama
  • küba
  • kültür
  • kütahya
  • macera
  • makedonya
  • malatya
  • maliyet
  • manzara
  • marmara
  • mil
  • miras
  • moldova
  • osmaniye
  • otel
  • outdoor
  • oyun
  • öğrenci
  • pamukkale
  • para
  • pasaport
  • rehber
  • rize
  • rota
  • rüzgar
  • sabahlamak
  • seyahat
  • sırbistan
  • sırt çantası
  • singapur
  • şile
  • tarih
  • tatil
  • tax free
  • tcdd
  • telefon
  • temizlik
  • tırmanma
  • travel
  • tren
  • türk lirası
  • türkiye
  • ucuz
  • uçak
  • ukrayna
  • uluslararası
  • uygulama
  • uyku tulumu
  • uyumak
  • uzungöl
  • ülke
  • üniversite
  • vanlife
  • vatandaşlık
  • verçenik yaylası
  • vergi
  • vietnam
  • visa
  • vize
  • vizesiz ülkeler
  • wordpress
  • work
  • work and travel
  • world
  • yapıt
  • yaz
  • yedigöller
  • yemek
  • yeşil pasaport
  • yeşillik
  • yurtdışı

Subscribe To Sarah Bennett Blog

Kayıtlar
Atom
Kayıtlar
Tüm Yorumlar
Atom
Tüm Yorumlar

Slider Widget

5/recent/slider

CATEGORIES

  • abd
  • adana
  • afrika
  • afyon
  • ağva kilimli koyu
  • airport
  • almanya
  • amerika
  • andorra
  • anı harabeleri
  • ankara
  • antalya
  • apostil
  • app
  • araç
  • arkadaş
  • asya
  • Atatürk
  • avrupa
  • avusturya
  • ayder yaylası
  • balıkesir
  • balkanlar
  • bandırma
  • banka
  • bebek
  • belarus
  • bisiklet
  • bisikletli kamp
  • blog
  • blogger
  • bolu
  • bosna hersek
  • bursa
  • card
  • couchsurfing
  • çadır
  • çadır kurulumu
  • çalışmak
  • çıldır gölü
  • çin
  • çin seddi
  • çipli pasaport
  • denizli
  • doğa
  • doğu ekspresi
  • dolar
  • dost
  • dünya
  • e-pasaport
  • elazığ
  • en iyi bölgeler
  • erciyes ekspresi
  • erzurum
  • eskişehir
  • etik
  • euro
  • evcil
  • everest
  • festival
  • fırat ekspresi
  • fotoğrafçılık
  • galata kulesi
  • gecelemek
  • gezi
  • glamping
  • gümüşhane
  • güney kurtalan ekspresi
  • gürcistan
  • güvenilir
  • güvenlik
  • harcama
  • hava durumu
  • havaalanı
  • havalimanı
  • hayvan
  • hindistan
  • hostel
  • ısparta
  • iç anadolu
  • ingiltere
  • interrail
  • isic card
  • istanbul
  • iş
  • izmir
  • jet lag
  • kahvaltı
  • kamp
  • kamp alanı
  • kamp amerika
  • kamp eczanesi
  • kamp ekipman
  • kamp matı
  • kamp mutfağı
  • kanada
  • karadağ
  • karadeniz
  • karavan
  • karavan kampı
  • karesi ekspresi
  • karester yaylası
  • kars
  • kars kalesi
  • kart
  • kasım
  • kastamonu
  • kayak
  • kayak merkezleri
  • kayseri
  • kıbrıs
  • kış
  • kızılcahamam
  • kira
  • kocaeli
  • konaklama
  • kosova
  • kredi kartı
  • kutlama
  • küba
  • kültür
  • kütahya
  • macera
  • makedonya
  • malatya
  • maliyet
  • manzara
  • marmara
  • mil
  • miras
  • moldova
  • osmaniye
  • otel
  • outdoor
  • oyun
  • öğrenci
  • pamukkale
  • para
  • pasaport
  • rehber
  • rize
  • rota
  • rüzgar
  • sabahlamak
  • seyahat
  • sırbistan
  • sırt çantası
  • singapur
  • şile
  • tarih
  • tatil
  • tax free
  • tcdd
  • telefon
  • temizlik
  • tırmanma
  • travel
  • tren
  • türk lirası
  • türkiye
  • ucuz
  • uçak
  • ukrayna
  • uluslararası
  • uygulama
  • uyku tulumu
  • uyumak
  • uzungöl
  • ülke
  • üniversite
  • vanlife
  • vatandaşlık
  • verçenik yaylası
  • vergi
  • vietnam
  • visa
  • vize
  • vizesiz ülkeler
  • wordpress
  • work
  • work and travel
  • world
  • yapıt
  • yaz
  • yedigöller
  • yemek
  • yeşil pasaport
  • yeşillik
  • yurtdışı

Advertisement

Main Ad

Trend Tags

  • abd
  • adana
  • afrika
  • afyon
  • ağva kilimli koyu
  • airport
  • almanya
  • amerika
  • andorra
  • anı harabeleri
  • ankara
  • antalya
  • apostil
  • app
  • araç
  • arkadaş
  • asya
  • Atatürk
  • avrupa
  • avusturya
  • ayder yaylası
  • balıkesir
  • balkanlar
  • bandırma
  • banka
  • bebek
  • belarus
  • bisiklet
  • bisikletli kamp
  • blog
  • blogger
  • bolu
  • bosna hersek
  • bursa
  • card
  • couchsurfing
  • çadır
  • çadır kurulumu
  • çalışmak
  • çıldır gölü
  • çin
  • çin seddi
  • çipli pasaport
  • denizli
  • doğa
  • doğu ekspresi
  • dolar
  • dost
  • dünya
  • e-pasaport
  • elazığ
  • en iyi bölgeler
  • erciyes ekspresi
  • erzurum
  • eskişehir
  • etik
  • euro
  • evcil
  • everest
  • festival
  • fırat ekspresi
  • fotoğrafçılık
  • galata kulesi
  • gecelemek
  • gezi
  • glamping
  • gümüşhane
  • güney kurtalan ekspresi
  • gürcistan
  • güvenilir
  • güvenlik
  • harcama
  • hava durumu
  • havaalanı
  • havalimanı
  • hayvan
  • hindistan
  • hostel
  • ısparta
  • iç anadolu
  • ingiltere
  • interrail
  • isic card
  • istanbul
  • iş
  • izmir
  • jet lag
  • kahvaltı
  • kamp
  • kamp alanı
  • kamp amerika
  • kamp eczanesi
  • kamp ekipman
  • kamp matı
  • kamp mutfağı
  • kanada
  • karadağ
  • karadeniz
  • karavan
  • karavan kampı
  • karesi ekspresi
  • karester yaylası
  • kars
  • kars kalesi
  • kart
  • kasım
  • kastamonu
  • kayak
  • kayak merkezleri
  • kayseri
  • kıbrıs
  • kış
  • kızılcahamam
  • kira
  • kocaeli
  • konaklama
  • kosova
  • kredi kartı
  • kutlama
  • küba
  • kültür
  • kütahya
  • macera
  • makedonya
  • malatya
  • maliyet
  • manzara
  • marmara
  • mil
  • miras
  • moldova
  • osmaniye
  • otel
  • outdoor
  • oyun
  • öğrenci
  • pamukkale
  • para
  • pasaport
  • rehber
  • rize
  • rota
  • rüzgar
  • sabahlamak
  • seyahat
  • sırbistan
  • sırt çantası
  • singapur
  • şile
  • tarih
  • tatil
  • tax free
  • tcdd
  • telefon
  • temizlik
  • tırmanma
  • travel
  • tren
  • türk lirası
  • türkiye
  • ucuz
  • uçak
  • ukrayna
  • uluslararası
  • uygulama
  • uyku tulumu
  • uyumak
  • uzungöl
  • ülke
  • üniversite
  • vanlife
  • vatandaşlık
  • verçenik yaylası
  • vergi
  • vietnam
  • visa
  • vize
  • vizesiz ülkeler
  • wordpress
  • work
  • work and travel
  • world
  • yapıt
  • yaz
  • yedigöller
  • yemek
  • yeşil pasaport
  • yeşillik
  • yurtdışı

Pages

  • EV
  • EV
  • EV

Most Trending

  • "Babam Beni Şah Damarımdan Öptü" - Ozan Önen
       İnsan, babası hayattayken, sanki tüm babalar hayattaymış gibi bir yanılgıya; babası öldüğündeyse sanki sadece kendi babası ölmüş gibi bir...
  • "Kadın Yok Savaşın Yüzünde" - Svetlana Aleksiyeviç
     İnsan savaştan büyük...     Büyük olduğu sahneler akılda kalan. Savaşta insanı yönlendiren bir şey var ki tarihten bile güçlü. Daha derinde...
  • Tolstoy - Polikuşka
     Tam da o sırada Yegor Mihayloviç konağın kapısında gözüktü. Şapkalar art arda başlardan alındı, kâhya yaklaştıkça ortasından, önünden dazla...
  • Rebecca Solnit - Karanlıktaki Umut
      Neden-sonuç ilişkisi tarihin ileri doğru hareket ettiğini varsayar ama tarih bir orduya benzemez. Tarih, yanlamasına seğirten bir yengeç, ...
  • "İpekli Mendil" - Sait Faik Abasıyanık
    Vakit geçiyor. Gün akşama, akşam geceye dönüyor ve bütün bunlara kuşlar şahit, gök şahit, insan şahit. Yaşlanıyoruz. Sait Faik nasıl anlatıy...
  • ŞİMŞİRLİK KAMP ALANI VE ALABALIK TESİSLERİ
    Ulaşım Düzce merkezine, İstanbul yada Ankara'dan otoban yoluyla ulaşmak mümkün. İstanbul - Düzce otoban çıkışı 210 km. Merkeze ulaştığın...
  • UKRAYNA'YA GİTMEK
    ARABA İLE GİTMEK… Mail kutuma yoğun bir şekilde gelen bir diğer soru, Ukrayna’ya araba ile gitmek. Her ne kadar Ukrayna’ya araba ile yolculu...
  • "Pan" - Knut Hamsun
     Üçüncü Demir Gece; olanca gerginlik içinde bir gece. Hiç değilse biraz don olsaydı! Don yerine gündüzün güneşinden kalma bir sıcaklık; ılık...
  • "Şizodüş" - Merve Sevde Selvi
    Akşam oluyor. Şehrin üstüne karanlık inerken daralan göğsümü, dünyanın muhtelif yerlerindeki gün doğumlarını düşünerek geniş tutuyorum. Masa...
  • KAMP MATI NEDİR VE NASIL SEÇİLİR?
    Özellikle uzun süre yürüyerek seyahat ederken yaptığım doğa kampları sırasında karşılaştığım en keyif bozucu durum kamp çadırını kuracak uyg...

Featured Posts

About Me


I could look back at my life and get a good story out of it. It's a picture of somebody trying to figure things out. Great things in business are never done by one person. They’re done by a team of people.

Popular Posts

  • DARIDERE KAMP ALANI
  • Marcel Proust - Lemoine Vakası
  • "Babam Beni Şah Damarımdan Öptü" - Ozan Önen

Advertisement

Designed By OddThemes | Distributed By Blogger Templates