"Gök Derinin Altında" - Nazlı Karabıyıkoğlu


Gece bir türlü kavuşmuyor bu ülkeye. Batıya gittiklerinden olsa gerek, hava azıcık da olsa kararıyor. Gün ışığından bıkacağı gelmezdi aklına. Hep sabah. Altlarındaki eski arabanın tekleyen egzoz sesine kaptırdı kulaklarını. Rehber arabayı olabildiğince hızlı sürüyordu. 
   "Şamanı görmemiz kesin değil," diye yineledi rehber arabaya binmeden önce defalarca söylediği gibi. "En son tören iki gün önce oldu, bu gece bir şeyler olur mu bilmem. Ama sizi kabul ederse onunla oturabilirsiniz." 
   Sağlık olsun demek istedi. İngilizcesini bulamadı. Sustu. 
   Gök koyu maviye çalıyordu, başkentten de ıssız şehre girdiklerinde. Adam arabayı şehrin dışına sürdü. Mikail terk edilmiş burası diye düşündü. Canı konuşmak, sorular sormak istemiyordu. Art arda çadırların kurulduğu bir alana girip arabayı park ettiler. 
   "Şaman sizi kabul etmese de bu çadırların birinde kalacaksınız. Yarın makul bir saatte dönüş yoluna geçeriz: 
   "Tamam," dedi Mikail. 
   Son iki-üç yıldır, kasıklarındaki gayret azalalı beri, sol elinin üstünde hissettiği titreşimlerin çoğaldığını duyumsuyordu. Ruh yakmaya son verip şifacılığa dönmesi gerektiğini nasıl anlatabilirdi onlara? Şiirden ötede, söylenen ilahilerin ahenginde kaybolup kendinden geçmeyi bir kadının içine girmekten daha çok istediğini nasıl açıklayabilirdi? Şiir ödüllerinin jüri toplantılarının tekdüzeliğinden, İstanbul'un hengamesinden sıyrılıp adını telaffuz ederken zorlandığı şehrin bir köşesinde dilini belki de asla anlamayacağı bir insanı görmek için onca yolu kat ettiğini nasıl anlatabilirdi?
   Abadan bir çadıra yerleştiler. Üstü bebek desenleriyle kaplı. Kadim harfler de vardı desenlerin yanında. Gök Tanrı'nın bizlere bağışladığı. Güneş olabildiğince çekilince ateşin yakıldığını duydu Mikail. Çıtırtılar kapladı çadırın etrafını. Tilki uykusuna dalmıştı rehberi dürttü:
   "Haydi," dedi. "Çıkmayacak mıyız artık?"
   "Evet, evet," diyerek toparlandı rehber. "Geceleri iyiden iyiye soğuk olur, üstünüze bir şey alın," diye ekledi.
   Çadırın kapısını aralayıp ateşe baktı. Birkaç adam alevlerin yanına çökmüş, çubuk tüttürüyordu. Rusçanın tınısında bir şeyler konuşuyorlardı. Sonra rehber Mikail'e dönüp:
   "Bu gece çıkmayacakmış Şaman, maalesef," dedi.
   "Nasıl? Nasıl olur?"
   "Yorgun düşmüş evvelki geceden."
   "Muhakkak görmeliyim onu!"
   Rehber yanındaki adama bir şeyler fısıldadı, adam kalkıp en uzaktaki çadıra yollandı. Mikail çadırın kapısındaki adamın dudaklarının kımıldadığını gördü. Adam içeriye girip kayboldu. Biraz sonra geri geldiğinde rehberin kulağına bir şeyler söyledi. Rehber de dönüp Mikail'e:
   "Bu gece yalnız çubuk tüttürülecek. Ruhlar beklenecek. Şaman gelmeyecek," dedi.
   Mikail omuzlarını silkip:
   "Peki," dedi yenikçe, "Madem öyle, tüttürelim çubuğu."
   Çöküp kaldı dar gözlü adamın kıyısına. Elden ele dolaşan çubuğun gölgesinde güneş nihayet battığında Mikail'in zihni yıllardır olmadığı kadar aydınlanmış, ruhu göğün üstüne çıkmıştı.
   Mor gözlü kadın beliriyor gözünün sahnesinde, atın üstünde şişen baldırları, eyersiz sırta vurup duran bacakarası bugüne kadarki kadınların toplamından daha büyük bir arzu doğuruyor. Uzun zamandır yazamadığı şiir nasıl başlamıştı?

   uçmamayı seçmiş bir kuştum belki

   Yatağının üstünde bacak bacak üstüne atmış. Aradan görünen et parçasında gözü. Bütün gece izleyebilir. Işık vırdıkça. Nefesinin horultusuna göz yumabilir. Tanrıçalaştırılabilir onu. Sırtının kavisinden kalçasına kayarcasına yanıp sönen teninde dilsizce... Bundan sonraki bütün gecelerde dokunmadan derisine yüzünü kürke sürercesine. O his. Atın kuyruğuyla aynı denize dökülen saçlarını örer, dolar hepsini parmağına. Çeker çeker çarşafına dolanıp kalkar. Kadın aklındaki ata biner, camına dolanır, evinden söz etmeden gider, bir daha şiir yollamaz, yazmaz, küser. Nasıl devam etmişti?

   tenime batar boynuzlarım

Nazlı Karabıyıkoğlu - Gök Derinin Altında

İthaki Yayınları, s.63-65


0 Comments