J.M. Coetzee - Barbarları Beklerken

Albay Joll havaya bir çekiç kaldırıp kalabalığa gösteriyor, çadır kazıklarını çakmakta kullanılan sıradan, iki kiloluk bir çekiç bu. Yine bakışlarımız karşılaşıyor. Kalabalık suskunlaşıyor.
"Hayır!" Boğazımdan çıkan ilk söz boğuk, yeterince yüksek değil. Sonra tekrar: "Hayır!" Bu kez sözcük göğsümden çıkıp ortalıkta çınlıyor. Yolumu kesen asker sendeleyerek yana çekiliyor. Meydandayım, ellerimi hareketsiz kalabalığa kaldırıyorum: "Hayır! Hayır! Hayır!" 
Albay Joll'a, döndüğümde yalnızca beş adım ötemde, kollarını kavuşturarak durduğunu görüyorum. Ona parmağımı uzatıyorum. "Sen!" diye haykırıyorum. Her şey söylensin artık. Öfkelenilen kişi o olsun. "Sen bu insanların ahlakını bozuyorsun!"
Kılı kıpırdamıyor, yanıt vermiyor.
"Sen!" Kolumu bir tüfek gibi ona doğrultuyorum. Sesim meydanı dolduruyor. Mutlak bir sessizlik hakim; veya belki de ben duymayacak kadar kendimden geçmiş haldeyim.
Arkadan bir şey bana vuruyor. Tozun içine düşüyorum, nefesim kesiliyor, sırtımdaki eski ağrıyı tekrar hissediyorum. Üstüme bir sopa iniyor. Kendimi korumak için kolumu kaldırınca elime müthiş bir darbe iniyor.
Ayağa kalkmak önem kazanıyor, acı bunu ne kadar zorlaştırsa da. Ayağa kalkıp bana vuran kişiyi görüyorum. Tutsakların dövülmesine yardım etmiş olan, çavuş şeritleri taşıyan tıknaz adam bu. Dizlerini kırmış, burnundan soluyarak sopasını bir sonraki darbe için kaldırıyor. "Bekle!" diyorum soluk soluğa, gevşek elimi kaldırarak. "Galiba elimi kırdın!" Darbeyi alnıma indiriyor. Kolumu saklıyor, bağımı eğiyor ve korlemesine öne çıkarak boğuşmaya çalışıyorum. Başıma ve omuzlarıma darbeler iniyor. Aldırmıyorum: Tek istediğim, bir kez başladığıma göre sözlerimi bitirmem için gerekli birkaç saniye. Tuniğine sarılıp onu kendime çekiyorum. Boğuşsa da sopasını kullanamıyor; omzunun üstünden tekrar haykırıyorum.
"Onunla olmaz!" diye bağırıyorum. Çekiç Albay'ın kavuşmuş kollarının arasında yatıyor. "Bir hayvana bile çekiçle vurmazsın, bir hayvana bile!" Müthiş bir öfkeye kapılarak çavuşa dönüyor ve onu fırlatıp atıyorum. Gücüm tanrısal. Bir dakika sonra kaybolacak: Ona hala sahipken iyi kullanayım! "Bak!" diye haykırıyorum. Yerde uysalca yatan dört tutukluyu gösteriyorum, dudaklarını sırığa dayamışlar, elleri yüzlerinde, çekiçten habersizler, arkalarında olup bitenlerin farkında değiller, sırtlarındaki o küçük düşürücü damga dövülerek silindiği için rahatlamışlar, cezanın sona erdiğini umuyorlar. Kırık elimi göğe kaldırıyorum. "Bak!" diye haykırıyorum. "Biz yaratılışın büyük mucizesiyiz! Ama bu mucizevi beden bile bazı darbelerin verdiği hasarı onaramaz! Nasıl!.." Sözcükleri bulamıyorum. "Bak şu insanlara!" diye tekrar söze başlıyorum. "İnsanlar!" Kalabalıktakiler boyunlarını uzatıp tutsaklara, hatta onların kanayan yaralarının üstünde toplanmaya başlamış olan sineklere bakıyor.
Darbelerin geldiğini işitiyor ve onu karşılamak üzere dönüyorum. Suratımın tam ortasına iniyor. "Kör oldum!" diye düşünüyorum, bir anda üstüme çöken karanlıkta sendeleyerek gerilerken. Kan yutuyorum; yüzümde bir şey çiçek açıyor, önce gül gibi al bir sıcaklıkla başlıyor, sonra dehşetli bir ıstıraba dönüşüyor. Yüzümü ellerimle örtüp tepinerek bir çember çiziyor, haykırmamaya, düşmemeye çalışıyorum.
Daha sonra ne söylemek istediğimi anımsamıyorum. Yaratılışın bir mucizesi - bu düşünceyi takip ediyorum, ama benden ince bir duman gibi kaçıyor. Böcekleri, kınkanatlıları, solucanları, hamamböceklerini, karıncaları ayaklarımızın altında ezdiğimiz geliyor aklıma, onlar da farklı şekillerde yaratılışın mucizeleri.


0 Comments