DENEME BLOGU
  • Home
  • Download
  • Social
  • Features
    • Lifestyle
    • Sports Group
      • Category 1
      • Category 2
      • Category 3
      • Category 4
      • Category 5
    • Sub Menu 3
    • Sub Menu 4
  • Contact Us

Aşiretler anlatırdı, onlara da vaktiyle başkaları anlatmıştı Altın Dişli Keçiler'in hikayesini.

Züllü aşiretinden Çoban Kosak, kara kıvırcık saçlı, basık yüzlü, yassı küt burunlu, uykulu gözlü, çirkince bir insandı. Şakacıydı. Yüzü, yârenliğe yatkındı. Dudaklarının hareketliliği, her an gülüp kıvrılmaya hazırdı. Sevimli, sohbet delisi biriydi. 

Bir Yörük çocuğu olarak dünyaya geldiği için, mesleği de az çok belliydi; çobanlık. Kosak iyi çobandı. Karanlıkta, taşın çalının içinde gözü kapalı yürür, tepme keçeden şalvar giyerdi. Ömrü yaz kış kepeneğin altında geçer, üstünün başının teke siyeği kokmasından bile hoşlanırdı, çobanlığın şanındandır diyerek. 

Yaşı otuzu geçmesine karşın, henüz evlenmiş değildi. Duruma bakılırsa ne zaman evleneceği de belirsizdi. Düğün kurmak, ev açmak para isterdi. O da onda yoktu. Sözlüsü Bulca, köylü kızı olduğu için, göçerliği hiç sevmezdi. Yeri geldikçe Kosak'ı uyarır nazlanırdı: 

"Dam altından çıkıp da çadır altına gelin varmam ben. Çobanlığı bırakırsan evlenirim seninle." 

Kosak da, 

"İlkin evlenelim. Sana karım diyeceğim günler gelsin. Sonra çobanlıkğı bırakırım," derdi. Derdi ya, çobanlığı bırakınca ne yiyip de, ne içeceklerini hiç düşünmezlerdi. 

Kosak'ın çobanlık yaptığı yıllarda, açlık, yol kesme, yılgı sarmııştı dağları. Her yerde eşkiyalar kol gezerdi. Aşiret çobanları bile soyulurdu. Bu yüzden Çoban Kosak da silah taşırdı dalında. 

Günler böylece geçip giderken, bir gün Kosak, önünde yayılıp duran keçilerden birinin dişlerinin altınla kaplanmış gibi sapsarı olduğunu gördü. Merakını yenemeyerek yakaladı keçiyi. Açtı ağzını, baktı dişlerine. Hayır, yanlış görmemişti; yeşile çalan, sapsan yaldızlanmış gibiydi keçinin dişleri. Bu altın sarısı dişler de neyin nesiydi? 

Keçiyi salıverdi. Acaba bir tek o keçinin dişleri mi sarı diyerek, keçilerden birini daha yakaladı. Açtı hayvanın ağzını yine. Baktı. Hayret verici bir şeydi; o keçinin dişleri de sapsarıydı. Onu bıraktı, diğer keçiyi yakaladı. Baktı ağzına. Onun da dişlerini öyle görünce, dördüncüsünü yakaladı. Baktı. Sonra keçileri yakalamaktan vazgeçti. Çünkü hepsinin dişleri altınla kaplanmış gibi sapsarıydı. 

Bu dişler neden böyle sarıydı acaba? 

Keçilerden birini yakaladı yine. Kasaplık hayvan örneği yatırdı dizinin altına. Zorla ayırıp açtı hayvanın ağzını. Çıkardı bıçağını. Keçinin dişlerindeki sarı parıltıyı bıçağının ucuyla, usul-ca kazımaya başladı. Bıçağın ağzında biriken sarı kazıntıyı güneşe doğru tutup baktı. Küçücük, altın tozuna benzeyen sarı benekler ilişti gözüne. Kazıntıyı mendilinin içine silip biriktirdi. Hayvanın diğer dişlerindeki sarı parıltıyı kazımayı sürdürdü. Kaziyabildiğini sildi, biriktirdi mendilinin içine. Çaba isteyen zor bir işti. bu yaptığı ama. Keçi rahat durmuyor, debeleniyor, bu da ağzındaki bıçağın sağa. sola kaymasına neden oluyordu. 

Dişlerdeki sarı parıltının kazıma işi bitince, salıverdi hayvanı. Sonra bir başka keçiyi yakaladı, yatırdı dizinin altına. Açtı ağzını hayvanın. Bıçağlayla kazıma işlemini sürdürdü. Kazıdıklarını silip biriktirdi mendilinin içine yine. Öyle bir yüksük dolusu ıslak, nemli, altın tozuna benzeyen kazıntı elde etti. Onları özenle, tütün tabakasının içine yerleştirdi. 

Şaşkınlığı sürüyordu Kosak'ın. Keçılerin dişleri neden böyle sapsarıydı acaba? Yıllardır çobanlık yapardı, böylesini ne görmüş, ne duymuştu. 


Ben ölürken yanımda oturup elimi tutmuştun. Uyuyamıyordum. Zaten uzunca zamandır uyuyamaz olmuştum. Konuştuk. Birbirimize hikâyeler anlatıp geçmişi andık. Sana baktım, sana böyle bakmayı her zaman çok severdim. Yakışıklı bir adam değildin. Burnun kocaman, göz kapakların sarkıktı, tenin solgun ve leke lekeydi. Yakışıklı bir adam değildin, ama benim kocamdın.
Anımsıyor musun: Okula yeni başlamıştım, öğretmenler odasında daha ilk günden elime ne olduğunu sormuştun. Sakat, yapacak bir şey yok, demiştim. Elimi eline alıp incelemiştin. Sonra pencereden dışarıyı gösterip, şu ağacı görüyor musun, diye sormuştun. Dalları sakat değil, yalnızca eğri, nedeni ise güneşe karşı büyümeleri. Dürüst olmak gerekirse sersemce bulmuştum bu tavrını. Ama başparmağını parmaklarımın üzerinde gezdirmen hoşuma gitmişti. Ve o kocaman burnunu sevmiştim. Sanıyorum seni biraz çekici bulmuştum.
Elli yıl sonra hâlâ elimi tutuyordun. Hiçbir zaman bırakmamışsın gibi hissediyordum ve bunu sana söylemiştim. Sen de gülmüş, doğru, bırakmadım zaten, demiştin.
Son sözlerimi anımsamıyorum. Ama tabii sana yönelikti, başka türlü olamazdı zaten. Sana, pencereyi açar mısın, diye sormuştum. Temiz hava bana iyi gelir sanmıştım. Ama sonra? Sonra neler söylemiştim?
Oysa ilk sözlerimi çok iyi anımsıyorum. Öğretmen odasındaki sohbetimizden önceydi. Sabah geldiğimde seni okulun bahçesinde yürürken görmüştüm. Seni durdurup müdür odasının nerede olduğunu sormuştum. Özür dilerim, burada yeniyim, bana yardımcı olur musunuz, demiştim. Yolu bildiğim halde sormuştum sana. Sense, gelin benimle küçü khanım, demekle yetinmiş ve konuşmadan önden yürümüştün. Geniş ve sert adımlar atarak ilerlemiş, her zaman yaptığın gibi bedenini hafifçe öne doğru eğmiş ve ellerini arkanda kavuşturmuştun. O sabah hava güneşliydi, ana kapının geniş çizgilerden oluşan gölgesi önündeki beton zemine vurmuştu. Üzerimde Nil yeşili beyaz yakalı bir kalem elbise vardı. Teyzemindi, bana vermişti, kendi bedenime oturtabilmek için saatlerce uğraşmıştım. Yakasını babamın eski bir gömleğinden kesip takmıştım. Elbisenin bana kendimden emin ve havalı bir görünüm vermesini ummuştum. Ama daha okul avlusunda peşin sıra yürürken elbise bana demode ve çok resmî görünmüştü de utanmıştım.
Ne kadar tuhaf: Yıllar önce giydiğim bir elbisenin rengini anımsıyor, ama hangi mevsimde öldüğümü bilmiyorum.
Senin öğretmen olabileceğin aklımın ucundan geçmemişti. Anlaşılan bir parçam hâlâ okul çantası ve saç örgüsüyle sınıfta oturuyordu, çünkü bana göre bütün öğretmenlerin yaşlı olması gerekiyordu. Kahve ve tebeşir kokan, yıllar içinde otoriteleri yün hırkalarının kolları gibi aşınmış, yaşlı, saçları ağarmış kadınlar ve erkekler. Ama sen gençtin. Sırtına buruşuk bir gömlek giymiştin, yakası açıktı, ayaklarında deri sandaletler vardı. O zamanlar kimse sandalet giymezdi. Sanırım veli ya da hademe olduğunu düşünmüştüm, ama öğretmen olabileceğin hiç aklıma gelmemişti. Ya da arkandan okul binasına girerken aklımdan bunların hiçbiri geçmemişti, yalnızca sırtında kavuşturduğun ellerine bakmıştım. Parmak uçların pespembeydi, adeta yanıyordu, kendi yarattıkları bir güçle ışıldıyordu.
Pencereyi açtın. Gölgede kalmıştın. Perde bir an hava akımının etkisiyle yükseldi. Işık. Hâlâ gündüz olmalıydı. Ya da yeni bir gün müydü? Pencerenin önüne gitmek üzere ayağa kalktığında elimi bıraktın. Rastgele bırakmadın, başımın yanındaki yastığın üzerine koydun, ben de yaşamımın son soluklarını o küçük, sakat elimin içine üfledim.
Kahve sevmezdin. Kahve yalnızca dişleri değil yürekleri de karartır, demiştin öğretmenler odasında, baksana çevrene: Kara yürekli, hepsi de şeytanın yaratıkları olan meslektaşlar! Birkaçı gülmüş, ama çoğu duymazdan gelmişti. Yalnızca matematik dehası Juchtinger sözlerini ciddiye almıştı. Pencereyi iterek açıp sıcak havanın içeri dolmasını sağlamıştı. Ey, biz karanlığın yoldaşlarını aydınlat, demiş ve iltihaplı gözlerini kırpıştırarak güneşe doğru bakmıştı.
Yatakta yatıyor, duvardaki kalorifer borularından gelen boğuk şırıltıları dinliyordum. (Kıştı demek?) Beni uzun zamandır yiyip bitiren ağrılarımı artık suskun bir anı olarak içimde taşıyordum. Bazen ansızın kesiliyordu, ama bu rahatlamanın nihai vedanın başlangıcı anlamına geldiğini biliyordum. Ama yine de biraz zamanım vardı. Sen yatağımın kenarında oturuyor, elimi tutuyordun. Birbirimize anlatıp duruyorduk...


Her sabah saat 8'de, düzenli işe giden memurlar gibi geliyoruz bu odaya. Küçük masacıklarımıza oturuyoruz. Günlük gazeteleri, önümüze dünyanın en ciddi, en ertelenmez işini yaparcasına açıyoruz. Dosyalar, kâğıtlar, not defterleri ve bir makas... Gazetelerin "Eleman aranıyor" sayfalarındaki iş ilanlarını özenle kesip saklamak için; oyalanmaları ve umutları kesip saklamak için bir makas... İş aracı olarak makaslarımız var bizim. Renk renk, şekil şekil, marka marka makaslarımız... 

Zamanı öldürmeye sabah 8'de başlıyoruz. Önce saniye saniye, sonra dakika dakika, sonra saat saat işkenceyle ölüyor zaman. Saat tam 10.30'da 15 dakikalık kahve molası, sonra yine çalışma. "Çalışma?" Yani gazetelerden hummalı biçimde iş ilanları kestiğimiz, yani iş olanakları konusunda ateşli tartışmalara daldığımız; en etkili, en dayanılmaz, en inandırıcı iş başvurusunun nasıl, hangi üslûpla, kâğıdın kaç santim içinden yazılması gerektiğini öğrenmeye çalıştığımız; yani işsizliğin çaresizliğini yapayalnız yaşayıp çıldırmamak yalnızlığımızı bu beş köşeli odaya taşıdığımızı!.. 

Saat 12'de yemek paydosu. Bir saat bile değil yarım saatçik. Her gün, yarım saatlik yemek paydosunun bir saate çıkarılması tartışılıyor uzun uzun. Ama issizlik yardımına yeniden hak kazanabilmek için, gününü, dünyanın en acayip işinde, 'işsizlik işi'nde çalışarak tamamlamak gerek. Öğle paydosunu bir saate çıkarmayı bir türlü başaramıyoruz. 12.30'da yeniden çöküyoruz masalarımıza yeniden başlıyoruz işe. İşimiz: İşsizlik; işimiz: O bizi öldü ye zamanı öldürmek. 

Burada, garip bir odada işsizlik, politikacıların nutuklarından, televizyon ekranlarından, gazetelerin manşetlerinden ve işsizliği protesto pankartlarının acımasız gerçekliğinden çıkıp, dünyanın en soyut, en tuhaf işine: işsizliği işsizlikle yok etme işine dönüşüyor. Her sabah, işyerimize girerken, hepimiz kendi işsizliğimizi eşikte bırakıyoruz. Helga'nın -fare deliğine sığmayıp kuyruğuna bağladığı kabak- evlat edinilmiş Zenci bebeği; Volker'in aylardır ödenemeyen ev kirası; Barbara'nın kapatılmış telefonu; Armin'in ayrıntılı intihar projesi; Conny'nin uyuşturucu tutkusu; Hans Peter'in Siemens'e girip yükselme hırsı; Karin'in kendisi gibi işsiz alkolik dostu; postada geciken işsizlik yardımının kesildiğini haber veren kara yüzlü, uğursuz Çalışma Dairesi mektupları; hepsi kapının önünde bırakılıyor. Sekiz saatlik iş gününü tamamladığımızda, bu korkunç işin korkunç paydosunda, hepimiz kendi yalnızlığımızı, kendi sıkıntılarımızı, kendi acılarımızı ellerinden tutup yine sokaklara çıkıyoruz. Çalışma Dairesi'nin düzenli raflarında ya da dev bilgisayarların belleklerinde bir kart, bir numara, bir istatistik puanı oluyoruz yine. 

Bugün cuma. Hafta sonundan önce son çalışma günü. Kahve molası başladı başlayacak. Dört bir yana dağılmış gazeteler, kalemler, kâğıtlar, makaslar toplanıyor. Pencereleri açmak gerek. 10.30'da havalandırma için pencereler açılır hep. Dışarıda buz gibi bir yağmur. Oysa aylardan mayıs. Şimdi bir yerlerde pırıl pırıldır güneş. Deniz masmavidir. Papatyalar, zerrinler, kır laleleri, güllere, şebboylara, kızıl sardunyalara dönüşmeye başlamıştır çoktan. Oralarda işsizlik şarap lezzetinde tatlı bir teri' belliktir mayıs havasında. 

Pencerelerin aralandığını içeri dolan rutubetli soğuktan anlıyorum. Ürperiyorum. Benim işim ne burada! Bu garip oyunda, bu beş köşeli sahnede, bu soğuk mayıs yağmurunun altında, bu dilini bile anlamadığım ülkede, bu yabancı kentte, Çalışma Dairesi'nin bilgisayarının belleğinin işsizler hanesinde, bu duyguları da dilleri kadar yabancı insanlar arasında, bu zaman öldürme makinesinde, bu cinayette işim ne benim! Dışarıda soğuk ve yağmur; burnumda sıcak kahve kokusu. Masanın üzerine, abanıyorum. Helga'nın evlat edinilmiş bebeği yatağında ağlıyor...


Belki de dünyanın alışkanlıklarını değiştirmek ve insanın yaşadığı ortamı insan haysiyetine daha uygun bir yer kılmak, böylelikle yaş ilerledikçe çocuğun insanlığının tehlikeye girmemesini sağlamak daha iyi olurdu. Genç Henryk Goldszmit doğduğu yüzyılın umutlarını paylaşıyordu, insanların dünyanın iğrenç alışkanlıklarını değiştirebilecek güce sahip olduklarım sanıyordu: Hem gerçekleşebilir hem de gerçekleştirilmesi gereken bir görev. Ama zaman geçtikçe, iyi ve kötü niyet kurbanlarının ve “yan etkileri”nin sayısı zirveye vardıkça ve düşler hayal gücüne giderek daha az yer verecek şekilde, hayat yerini ölüme ve çürümeye bıraktıkça, söz konusu büyük umutlar bütün inandırıcılığını yitirdi. Henryk Goldszmit’in kendisinin bile bilmediği rahatsız edici hakikati Janusz Korczak gayet iyi biliyordu: insan haysiyetine yaraşır bir dünyaya götüren hiçbir kestirme yol yoktur; haysiyetlerini çoktan yitirmiş ve başkalarının haysiyetine saygı gösterme alışkanlığı olmayan insanlar tarafından her gün yeniden inşa edilen “reel dünya”nın ise haysiyet ölçütüne uyma şansı pek azdır. 
Bizim dünyamıza kusursuzluğu benimsetemeyiz. Ne erdem dayatabiliriz ne de erdemli davranmaya ikna edebiliriz. Bu dünyayı ne orada yaşayan insanlar için sevimli ve hoşgörülü kılabilir, ne de idealde arzu edilen haysiyet düşleriyle uzlaştırabiliriz. Ama denememiz gerek. Siz de deneyeceksiniz. Henryk Goldszmit’in kaleminden doğan Janusz Korczak olsaydınız siz de her koşulda bunu yapardınız. 
Ama nasıl denerdiniz? “Büyük Toplum” içinde güvenlik ve özgürlük dairesini kareye dönüştürmeyi başaramadığından, demir parmaklıklı sitelerin, alışveriş merkezlerinin ve lunaparkların tasarımcısı haline gelivermiş olan şu eski tarz ütopik kâhinler gibi denemezdiniz herhalde... Her insanın doğuştan sahip olduğu haysiyeti çalmak, çürütmek ve sakatlamak isteyen hırsızlara ve kalpazanlara karşı koruyarak yapardınız bunu; ve henüz vaktiniz varken bütün bir ömür boyunca sürecek bu göreve haysiyetli çocukluk yıllarınızda başlardınız. Ağaç yaşken eğilir!
Buna varmanın bir yolu, muhtemelen de en akla yatkını, insanın aşağılanma ve haysiyetsizlikleriyle çürümüş ve kirlenmiş bir dünyanın sağlığa zararlı sızıntılarından çocukları korumaktır; sığmak kapısının hemen öte tarafında işleyen orman kanununun sızmasını engellemektir. Korczak’ın öksüzler yurdu savaş öncesinde bulunduğu Krochmalna’dan Varşova gettosuna taşındığında, Korczak giriş kapısının kapatılmasını ve giriş katındaki pencerelerin tuğlalarla örülmesini emreder. Gaz odalarına pek yakında başlayacak sevk ihtimali gerçeğe dönüşürken, Korczak’ın öksüzler yurdunu kapatma ve bazılarının tek tek kaçma ihtimali (yalnızca bir ihtimal!) olur diye çocukları bırakma fikrine karşı çıktığı söylenir. Belki de bu zahmete değmediğini düşünüyordu: Sığınaklarının dışına çıktıklarında çocuklar korkuyu, aşağılanma ve nefreti öğreneceklerdi. En kıymetli değeri yitireceklerdi: kendi haysiyetlerini. Haysiyetleri bir kez ellerinden alındığında, hayatta kalmak neye yarar? İnsani değerlerin en kıymetlisi olan bu değer, insanlığın olmazsa olmaz özniteliği haysiyetli bir hayattır, yoksa ne pahasına olursa olsun hayatta kalmak değil.


“Nasıl gidiyor Anton? Gazeteyi okumayı bitirdin mi?” diye sordu Rotten, başını kaldırıp bakmadan. 

Anton Kovaç, biraz önce ne okuduğunu anlatabilmek için ona birlikte kitap raflarına kadar yürümeyi teklif etmek istedi. Kısa zaman önce, Rotten adındaki Belgradlı bu profesörle oldukça iyi dost olmuşlardı. Askerliğin son ayı her ikisine de zor geliyordu; kahvehanedeki kısa etekli şarkıcıyı dinlemek ve biraz sarhoş olmak için birkaç defa birlikte kasabaya inmişlerdi. Rotten ciddi genç bir adamdı, mükemmel askeri ve kütüphane disiplini olan sessiz bir akademisyendi. Pazar günleri kasabaya yapılan turlarda bazen gevşer ve sessizce birkaç kadeh konyağı devirirdi. Rotten’a, o korkutucu şeyi, 17 nolu tuvaletin serinliğinde ve sessizliğinde bekleyen saatli bombayı anlatmanın doğru olabileceğini düşündü Anton Kovaç. Fakat son anda vazgeçti. İki kişinin bildiğini, herkes bilir demekti. 

“İyi” dedi. “Her zamanki gibi iyi.” 

Masasına oturdu ve katalog kartlarına kitap başlıklarını yazmaya başladı. “Çok sıcak,” dedi gedikli çavuş, cızırdayan radyoyu kapatıp pencereye doğru gitti ve camı açtı. Keklikler hâlâ dışarıdaydı, durmaksızın çizmeleriyle asfaltı dövmekteydiler.

“Marş söyleyin!” diye bağırdı meydandaki onbaşı. Genç bir acemi erin saf ve çınlayan sesi yürüyen çizmelerin ritmine uyarak “Topçuların Marşını” söylemeye başladı: 

Biz topçu askerleriyiz 

Ordu bizi çağırdı 

Sınırlarımızı korumak için 

Ve Mareşal Tito’yu 

Ve acemi erler korosu bağırarak nakaratı söylediler: 

Tito mareşaldir 

Hem de çok zekidir 

Muhteşem ordumuzun 

Komutanıdır 

Anton Kovaç, merasim yürüyüşü sanatını öğrenene kadar o marşı kaç kere tekrarlamış olduğunu düşündü. Yüz defa mı? Sözlerin ne anlama geldiğini artık bilemeyecek kadar tekrarladığını düşündü. Şimdi aniden o sözlerin ne kadar uğursuz olduğunu, biraz önce okuduklarıyla ne korkunç şekilde ters düştüğünü anladı. Ve o sözleri yazma cesareti gösteren cesur ve çılgın insanı düşündü. Bunu yapabilecek cesaretteki kişi kolaylıkla kışlaya bomba da koyabilirdi.


Üst kata geldiğinde odalar koridordaki Vitraylı camdan yansıyan renkli alacakaranlıkta uzanıyordu. Işığı yaktı. Boya kovaları ve fırçaların arasındaki hayaline bir süre şaşkınlıkla baktı. Sahiden yapmışlar mıydı? Buralara fırlatılıp gelerek. Olan malı mülkü bir otel için buralara yığarak. Geçmişte olanlardan kaçarak. Gelmişlerdi. Üstünü çizdikleri hayatı hiç yaşanmamış sayarak. Baştan başlayarak. Zihnine dalgaların anısı vurunca omzunu silkti. Hayır! Hayır! An. Şu an. Dün yok. Şimdi! Burada! Olanlar unutuldu. Unuttu. Yaşanmadı. Dün yok. Dalgalar buna aldırmadan kopup geldiler. Vurdular. Var dediler. Dün burada dediler. Elini yüzünden geçirdi. Gözlerini yumdu. Sabah ektiği fidanları, saksının içine dolan can suyunu, yuvasını kuran kırlangıçları ve içinde hayat olan bazı başka güzellikleri düşünmeye çalıştı. Yaprakta kalan son damlaya bakışı. Mart güneşinin parıldayışı. Cemrelerin düşmesi. Toprağın ıslak ve nemli uzanması. Berekete hazır. Çoğalmaya muktedir. Bereketli. Ve her şey unutulacak. Tabii ki geçecek. Bir nokta koydular onlar. Büyük harfle yeniden başladılar. Dalgaların içindeki o çaresizce çırpınan kol. yaşamak için debelenen yüz... Yeniden göründü. Başından atmak için bir ufak savaş daha verdi. Başladılar onlar a canım, baştan başladılar. Kimi ölür. Kimi yaşar. Onlar hayatta kaldılar. Silkindi. Geçmişti. Değil mi geçmişti. Dalgaların arasında nefessiz kalan kendisiymiş gibi kesik hırıldadı. Göğsü inip kalktı. Kanın aktığını, nefes aldığını duymak. Yaşamak. Bunu hissedince biraz sakinledi. Begonvilden içeri girdi, yakasından düşmeyen anısını dışarıda bırakmış mıydı? Lambayı açtı. Kapıya yaslandı. Kesik kesik soludu. Yatak başındaki begonvil de, bir şeyleri örterek uzanıyordu. Ona bakmak iyi geldi. Yatağa oturdu. El şimdi denizin içinde kaybolup gitti. Dalgalar çekildi. Her şey geçmişte kalmıştı. Hatırlanmayacaktı. Sabaha martılar, bir şey olmamış gibi bağrışacaktı. Oyle değil mi? Öyle. Bir fidan sürecekti daldan. Toprak kabaracaktı. Oğlaklar doğacaktı. Devam... Bir tay ayaklanacaktı. Toprak uyanacaktı. Devam... Güneş dağın ardından havalanacaktı. Sürüp gitmeye devam. Kirazlar çiçeklenecekti. Açmaya devam. Soluğu sakinledi. Yüreği yatıştı. Balkona çıktı. Yarattığı dirliği bulacağını sanarak bakındı. Ama sabah ektiği ortanca saksılarını devrilmiş yatarken gördü. Şaşırdı. Canlılığı arandı. Hayatı. Bahçedeki talana bir süre kayıtsızlıkla baktı. Demek fırtına çıkmış. Geride kalan serinlikten mi yoksa hatırladıklarının ağırlığından mı anlayamadan ürperince, hırkasına sarındı. Çarçabuk içeri girdi. 

İsmet Kaktüsü açar açmaz odadan dışarı koca bir deniz boşaldı. Odalar ve kapılar, döşemeler ve kartonpiyerler yer değiştirerek alabora oldular. Ufak Vitray camdan yansıyan ışıkla su önce kırmızıya sonra mora kesildi. Sular hızla yükseldi. Koridordaki saksılar ve duvardaki tablolar da ayaklandılar. Bütün bunlar bir çırpıda olmuştu. Dünyanın bir göz açıp kapamayla değişebileceğini İsmet iyi bilirdi. Bu yüzden hiç şaşırmadı, yaşamakta randımanlı, kaçmakta becerikliydi. Hızlı kararların, bencil manevraların insanı. Hemen bir kulaç. Bir tane daha. Ama suya battı. Sonra daha büyük bir iştahla çıkardı başını. Doğar gibi alınmış bir nefes. Bir koca soluk. Geliyordu. Sudaki kırmızı ışık şimdi tavanla su arasında kalan yüzünde, dehşetle yanıyordu. Yaşayacağım diyordu. Koridor boyunca yüzdü. Ama su tavana gelmişti bile. Bir soluk daha. Ciğerini biraz havayla doldurabilmek için, hayatta olmaya devam edebilmek için, dirim onu bırakmasın diye çıkmak, buralardan çıkmak için. Kurtulmak. Yaşamak diyordu yaşamak. Neden her şey hızla yükselmiş tavana ermiş? Tavanı açsa. Bir boşluk bulsa. Oradan doğsa. Göğe doğru çıksa. 

Var gücüyle ittirdi. 

Nefesi iyice sıklaşmışken uyandığında tavanın yarıldığından emindi. Canhıraş abajuru arandı. Ortalık aydınlandı. Tavan sağlamdı. Üstü kuru. Kalbi atıyor. Bir derin ürpermeyle yatağa yığıldı. 

Feryal dış kapıyı çekip çıktı. Duvar boyunca dolanırken ayın on dördü tepede ayna olmuş yansıyordu. Fırtınamn zayiatını böylece daha net gördü. Dallar kırılmış. Limon eğrilmiş. Begonvil açamadan vurgun yemiş. Beyaz saksılar yuvarlanmış. Ah hepsini kendi elleriyle boyamıştı. Hayıflanırken ayaklarının altında bir şey çakıldadı. Şöylece bir dürttü, anlamayınca eğilip aldı. Dolunay kırık mavi cama düşünce dönüp kapının üzerine baktı. Girişe astıkları nazarlığın çivisi boş duruyordu. Yutkundu. İşte şimdi ürpermişti. Oteline nazar değecek. Bu kırıklar kim bilir hangi kenafir gözlerden. Eğilip camları topladı. Yarın şehre iner. Yenisini alır. Asar yerine. Haydi yine öyle kem bakın. Haydi bakın. Camları kapının yanındaki çöp tenekesine gümbürtüyle attı. Vazgeçmeyecek Feryal. Bunu artık anlayın. Karaltının içinde öbeklenmiş yasemin dallarının arasından bir hışırtı duydu. Dönüp bakınca şaşırdı. Bahçe kapısı açıktı. Şaşırmış halde kapatmaya gidiyordu ki o geçince yanan bahçe ışığında bir kedi fırlayarak kaçtı. Karşılıklı korkmalar. “Hay Allah iyiliğini” deyip göğsünü bastırdı. Sonra birden bire durdu Feryal. Sağlı sollu iki kaktüsün arasındaki aralık demir bahçe kapısının ardından bir çift göz, kendisini izliyordu. Ürperdi. Gözlerini kısıp iyice görmeye çalıştı. Bir karaltı. Orada. Şimdi Feryal fırtınanın az önce yıkıp geçtiği dağınık bahçesinin içinde giderek giderek giderek giderek küçülüyordu. Dolunayın altında titrek bekliyordu. Neyi? 

Kefaretini.


Oldu işte Çerbetan, nargile tütmüyor artık. Altmış beş yaş ne ki tütün bile tükendi; soldu gül, tuz ıslandı, içimiz cız etti. Mermer masanın üstünde cıva hayasızlığıyla tomurcuklanan birkaç damla kan da olmasa hepimiz hazırız inanmaya zamanın bildiğimiz zaman, şehrin bizim aşina şehrimiz olduğuna.

Burada ne var? Güneşin batar gibi yaptığı bir akşamüstü, unutmak için konuşan ben ve bir kahvehane. Kahvehanede nargilelerin marpucuna anaların iffetli memsine sarılır gibi sarılmış onlarca yaşlı adam. Unuttum Çerbetan, bir de ne var, ikircikli güneş, ki bakma batar gibi yaptığına, süzülüp geçiyor fötr şapkaların deliklerinden. Hem sonbahar hem akşamüstü. Sonsuz gün batımı, kurşun hüzün. Birisi çıt çıkarsa efsun bozulacak sanki. Kendi dumanlarının ardında heykelsi bir edayla oturan kocamış adamlar gençliklerini hatırlayıp koşuşturacaklar, dışarıdaki kalabalığın delice çalkantısında yorgun birer zonklama olacaklar. Ama çıt yok. Biliyorlar, intiharın mümkün olmadığı tek mevsimdir ihtiyarlık.

Senin de aklına takılmıyor mu Çerbetan? Ruhlarının temyiz edilemez mahkumiyetini bu taş lahitte, bu arkaik kabrin loşluğunda çeken yaşlı bedenleri buradan alıp üzeri betonla kaplı çirkin mezarlara defnetmek hangi hayırsız oğlun, hangi kadirbilmez damadın ya da bıkkın gelinin işidir? Burası onların ehramıdır ve insan zanneder ki yüzyıl sonra bu nargile kahvesini toprak altından çıkarmak için kazı yapacak olan ukala arkeologlar, onları yine böyle kötü kilimler serili sedirlerde oturup nargile fokurdatırken bulacak ve inceden inceye kafayı yiyeceklerdir.

İkiz kubbeli tavan, hayat denen tumturaklı yalandan gönüllü olarak el etek çekmiş, dil çekmiş ihtiyarların üstüne alçakgönüllü bir türbe gibi kapanmış. Öylesine alçakgönüllü ki, günün birinde biçare kadının kapısına bir çaput bağlayıp küçük bir lütuf dahi dileneceğinden ümitvar değil. Soluduğumuz havada bir kümbet serinliği ve herkeste bir öte dünya sükûneti. Herkes susuyor Çerbetan. Buranın bir zamanlar mahkeme binası olduğu yolundaki rivayet midir suskunluklarına sebep? Kendi kendilerinin yargıcı ve celladı mı oluyorlar susmakla?


THOMAS: Hiçbir zaman birbirimizden fazla bir şey istemeyişimiz hep hoşuma giderdi. Böylece aramızda her zaman özgürce hareket edebileceğimiz bir mesafe olurdu. İnsanı dinlemekten, görmekten, düşünmekten yıldıran şu vıcık vıcık arkadaşlıklar gibi değildi bizimkisi asla. Yıllarca birbirimizi görmesek de birbirimize yazmasak da, çocukluk günlerinden bu yana var olan, parçalanması mümkün olmayan bir ilişkinin dingin uykusu gibiydi daha çok. Son kertede uzaktan gelen bir müziğin tınısı gibiydi. Hatta Josef’le evlenmen bile bu arkadaşlığımız için iyi olmuştu. Müziğin insanlık üzerindeki etkisinin sırrı müziğin müzik olmasında değil, kurutulmuş bir koyun barsağı yardımıyla bizi Tanrı’ya yakınlaştırmayı başarmasında yatmaktadır. 
REGINE: Belki kötü biri olabilirim, olabilir ya, kimseden hoşlanmam, her şeyi gizli yaparım. Ama her zaman şu tesellim vardı; eğer günün birinde her şey sarpa sararsa, sen bunları yine yoluna sokabilirsin; yaptığım her şeyin iyi şeyler olduğunu gösterebilirsin. Ancak şimdi yenik bir halde olan sensin!
THOMAS: Benim için endişelenme, ben.. Ayağa kalkarım yine!
REGINE: Gel, ayakkabılarımızla çoraplarımızı çıkartalım; parka gidelim! Islak çayırlarda yürüyelim. (Thomas rahatlamış bir halde bu teklifi reddeder) Şu eskilerden kalma Sabine şeytanını hatırlıyor musun?
THOMAS: Bizi erdemli olmamız için zorlayan bakıcı kadını mı? Nihayet şu senin Fraulein Mertens’in bana sürekli kimi hatırlattığını biliyorum!
REGINE: Gel ıslak çayırların üzerinde yürüyelim; sabahın o ak çiyi, çayırların tertemiz süngeriymişçesine ayaklarımızı yıkayacak. Omuzlarımıza vuran güneşin buharları çıkacak. Bak, nasıl da doğuyor! Aptalca bir patlama gibi! (Vahşi, grotesk bir biçimde güneşle alay eder) Ah! İşte bu güzelliğin ta kendisi! Çıplak ayaklarımız toprağı hissedecek; daldan dala atlayamamamıza rağmen, ondan kopup geldiğimiz içindeki o hayvanı hissedecek. Sonra bir çalının altında ölü bulacaklar bizi. Ayaklarımızın neden çıplak olduğunu anlamak için kafa patlatacaklar.


Bu gece yine çok fazla kar yağdı. Çocuklar yakında pencerelerden girip çıkmak zorunda kalacağız diye son derece memnunlar. Gerçekten de bu sabah kapı kar yüzünden açılmaz hale geldi, yalnızca çamaşırlıktan dışarı çıkabiliyoruz. Dün gidip kasabanın yeteri kadar yiyecek stoğu olup olmadığını kontrol ettim. Çünkü bir süre insanlığın geri kalanıyla ilişkimiz kesilecek gibi gözüküyor. Elbette kar yüzünden mahsur kaldığımız ilk kış değil bu, ama bizi daha önceden bu kadar yoğun ve ciddi bir şekilde engellediğini hatırlamıyorum. Ben de bundan yararlanıp dün başladığım hikâyeye devam edeceğim biraz daha. 
Bu zavallı sakat kızı alıp getirirken evde nerede kalacağı konusunda hiç düşünmediğimi daha önce de söylemiştim. Karımın çok fazla karşı koyan biri olmadığını biliyordum. Ona ayıracak yerimizin olmadığını, oldukça sınırlı imkânlarımız olduğunu da... Her zaman yaptığım gibi prensipli hareket etmek yerine duygularımla hareket etmiş, bu atılımımın getireceği masrafları hiç hesaba katmamıştım (bu bana İncil’in emirlerine ve ruhuna aykırıymış gibi gelir). Ama Tanrı’ya tevekkül ederek yaşamak başka bir şey, olayların yükünü başkalarının üzerine yüklemek başka bir şey. Çok kısa süre sonra anladım ki Amélie’nin omuzlarına çok ağır bir yük yıkmıştım, öyle ağır bir yüktü ki ben de şaşırıp kaldım.
Kızın saçlarını keserken ne kadar iğrendiğini görünce elimden geldiğince yardım ettim karıma. Ama sıra onu yıkamaya ve kurulamaya gelince işi karıma bıraktım. Sonra anladım ki işin en ağır ve en tatsız kısmından kurtulmuştum.
Amélie başlangıçta en ufak bir şikâyette bile bulunmadı. Öyle anlaşılıyordu ki bütün gece boyunca düşünmüş ve bu yeni görevimizde kendine düşeni yapmaya karar vermişti. Hatta bundan biraz zevk alıyormuş gibi gözüküyordu bile diyebilirim. Kızın temizlenip hazırlanması işini bitirdikten sonra gülümsediğini gördüm. Merhem sürdüğüm kazınmış kafasında beyaz bir bone, Sarah’nın birkaç eski kıyafeti ve temiz çamaşırlar Amélie’nin hemen ateşe atıp yaktığı o berbat kıyafetlerin yerini almıştı. Gertrude ismini ise Charlotte seçti ve bu isim hepimiz tarafından hemen kabul edildi. Çünkü ne bu zavallı yetim biliyordu kendi ismini, ne de nereden öğreneceğimiz hakkında bir fikrimiz vardı. Sarah’nın geçen yıldan kalma elbiseleri tam olduğuna göre, ondan biraz daha genç olmalıydı. 
İlk günler hissettiğim büyük hayal kırıklığını ve içimi karartan kötümser duygularımı burada itiraf etmem gerekiyor. Elbette ki bu kızın eğitimiyle ilgili düşünmüş, bir sürü hayal kurmuştum, ama gerçekler bütün hayallerimi hiç acımadan yıkıyordu. Yüzündeki ilgisiz ve ahmak ifade, daha doğrusu o mutlak ifadesizlik hali, bütün iyi niyetimi yerle bir ediyordu. Bütün gün boyunca ateşin yanında tetikte bekliyor, bizden birinin sesini duyunca, hele de aramızdan biri ona yaklaşmaya kalkarsa davranışları iyice sertleşiyordu. Bütün ifadesizliğini, yalnızca düşmanca tavırlar sergilemek için bir tarafa bırakıyordu. Onun dikkatini çekmek için en ufak bir hareket yaptığımızdaysa hemen sızlanmaya, bir hayvan gibi homurdanmaya başlıyordu. Bu huysuzluğu, insana çok dokunan hayvani bir açgözlülükle üzerine atladığı, bizzat benim tarafımdan sunulan yemekleri yerken azalıyordu yalnızca.
Gerçek aşkın karşılığını her zaman bulması gibi, onun her şeyi inatla reddeden ruhu karşısında, bütün vücuduma bir nefret duygusunun yayıldığını hissediyordum. Evet, gerçekten ilk on günün sonunda iyice umutsuzluğa kapıldığımı itiraf etmeliyim. Öyle ki ilk günlerde duyduğum heyecanı düşündükçe pişman olacak, onu buraya getirmemiş olmayı isteyecek kadar ilgimi yitirmiştim. İşin insana en dokunan yanı, Gertrude’un benim için bir sorun teşkil ettiğini ve aramızdaki varlığının canımı sıktığını saklayamadığımı görünce, Amélie’nin biraz da zaferle, kıza karşı daha ilgili, daha dikkatli davrandığını görmekti.


Aristo, kazanç için üretim ilkesini “insan doğasına uygun olmadığı”, hiçbir sınır tanımadığı için reddederken, çok önemli bir noktaya, sınırları oluşturan sosyal ilişkilerden bağımsız ekonomik amaçlar olamayacağına, işaret ediyordu.
Genelde, Batı Avrupa feodalizminin sonuna kadar, tanıdığımız bütün ekonomik sistemlerin, ya karşılıklılık, yeniden dağıtım ve ev idaresi ilkelerine, ya da bu üçünün bir bileşimine göre düzenlenmiş oldukları önermesi geçerliliğini koruyor. Bu ilkeler, simetri, merkezleşme ve kendine yeterlilik kalıplarından yararlanan sosyal yöntemlerle kurumsallaştırılmışlardı. Bu çerçeve içinde, malların düzenli olarak üretilip dağıtılması, genel davranış ilkelerine göre biçimlenmiş bireysel dürtüler aracılığıyla sağlanıyordu. Bu dürtüler arasında, kazanç önemli bir yer tutmuyordu. Âdetler ve yasalar, büyü ve din elele vererek bireyi ekonomik sistemin işleyişini sağlayan davranış kurallarına uymaya yöneltiyorlardı.
Yunan-Roma devri, gelişmiş ticaretine karşın, bu bağlamda bir istisna oluşturmuyordu; dönemin belirleyici özelliği, temelini ev idaresinin oluşturduğu bir ekonomi içinde Roma yöneliminin uyguladığı geniş çapta tahıl dağıtımıydı. Bu örnek, Ortaçağın sonuna kadar ekonomik sistem içinde piyasaların önemli bir rol oynamadığını, başka kurumsal kalıpların geçerli olduğunu belirlen kurala ters düşmüyor. 
Onaltıncı yüzyıldan bu yana piyasalar hem çoğaldı, hem de önem kazandılar. Hatta merkantilist sistem içinde hükümetin ana sorunu durumuna geldiler; gene de piyasaların insan toplumunu kontrol altına alacaklarını gösteren bir belirti yoklu. Aksine, düzenleme ve müdahaleler her zamankinden daha şiddetliydi; kendi kurallarına göre işleyen piyasa fikri bile yoktu ortada. Şimdi, ondokuzuncu yüzyılda yepyeni bir ekonomi biçimine birdenbire nasıl geçildiğini anlamak için, piyasanın tarihine, geçmişteki ekonomik sistemleri gözden geçirirken neredeyse bütünüyle konu dışı bırakabildiğimiz bu kurumun tarihine bakmalıyız.


1
Gece yavaş yavaş geliyor. İniyor. Çukur yerlere dolmağa başladı bile. Oraları doldurup ovaya yayılmağa başlar başlamaz, her yer boza dönüşecek. Işıklar yanmayacak bir süre. Ne çukurda ne düzde. Tepelerin aydınlığı, bir süre, yeter gibi görünecek herkese. Sonra tepeler de karanlıkta kalacak.
Dil bu karanlığın içinde yaşayabilirmiş gibi görünen tek şey olacak. Hiçbir ağırlığın, hiçbir gerçekliğin kalmadığı bu yerde. Karanlığın gerçekliğe benzer tek yanı, konuşulabilmesi olacak. İki kişi arasında. İki duvar arasında. Sonra soyunmağa başlayacak insanlar. Gecenin açtığı yaralar biraz daha acısın diye.
Genç kasların gerginliği geceye girecek.
Pörsük kaslar bir pelteye dönüşecek gecenin içinde.
Bir tek diller bilecek, tepelerde, toprakaltı saraylarında yanan ışıklan; yalnız dil söyleyecek bu ışıkta yıkanan tek hücreli hayvanları. 
Gece oluyor yavaş yavaş. Bağırsaklarımızın içinden yüreğimize gözlerimize doğru yükseliyor.

2
Gecenin işçileri, gerçekte, ikindinin ilk saatlerinde görünmeğe başlamıştır sokaklarda. Tek tük de olsa. Onların işi, geceyi hazırlamak: Yer yer çukurlar açmak, örneğin; gecenin kolaylıkla birikip doldurabileceği çukurlar... Onların işi, geceye hazırlamak: Genç kasları, gece gelince daha kolay soyunsunlar diye, soyunmağa alıştırmak örneğin. Çıplak etlerinin içine doğru ince, soğuk demirler iteleyerek, kızgın saçmalar gömerek bu etlere, onları gecelerin en uzununa alıştırmak.
Akşam saatlerinde gecenin işçilerini görmek çok kolaydır artık herkes için. Geceyi hazırlamakta, geceye hazırlamakta kullandıkları âletler ellerinde, sokaklarda dolaşırlar; sayıları da git gide artar
Demirden yapılmıştır bu âletler; güzel sepilenmiş derilerden kesilmiş, seçkin ağaç türlerinden yontulmuş, esnek reçinelerden dökülmüştür. Dövmeğe, yırtmağa, delmeğe, kıstırmağa, burmağa, koparmağa yararlar. Yakmağa, kırmağa da. Özellikle genç gövdeler üzerinde çalışmak için düşünülüp tasarlanmış, gerçekleştirilmiştir bu âletler.

3
Gecenin işçileri, gerçekte, ikindinin ilk saatlerinden beri görünmüştür ortalıkta. Çoğu insanın, dikkatini çekmemiş de olsalar. Gecenin işçileri dörtköşe ekmekleri seviyorlarmış, öyle deniyor. Belki dörtköşe ekmekleri sevenler yalnız onlar değildir bu koca şehirde. Ama fırıncılar, tütüncüler, bakkallar, kendilerinden dörtköşe ekmek isteyenlerin hepsinin gecenin işçileri olduğunu düşünürler nedense. 
Ekmek satılan yerlerde yuvarlak, uzun, dikdörtgen biçimli ekmekler de bulunur elbet. İkindi üstü, önce okul çocukları evlerine dönmeğe başlarken ekmek satılan yerlerde alışveriş hızlanır. Yuvarlak, dikdörtgen, uzun, söbe, dörtköşe ekmekler gitgide artan sayıda satılır. Küçük, iri, kemikli, yumuşak, kirli, temiz, nasırlı, sıvışkan eller, ekmekler taşır.
Gecenin işçileri sokak aralarında gezer. Yuvarlak ekmeklerin, dikdörtgen ya da söbe ekmeklerin, uzun ekmeklerin hangi evlere girdiğini gözlerler. Bu işi yaparken, öyle, çok önemli bir iş görüyormuş gibi davranmazlarsa da, onlara dikkat edenler şunu da görürler arada bir: Bir tanesi gider, bir kapının herhangi bir yerine, pek de belli olmayacak biçimde bir im çizer. Gözlemi iş edinenleri şaşırtacak bir şeydir bu. Kapısı imlenen evlerin hiçbirinde dörtköşe ekmek yenmemektedir; yoksa şu ya da bu biçim ekmek yendiğini belirten bir im değildir bu. Üstelik, kapılar biraz da rasgele imlenir gibidir. Hiç değilse görünüşte.


Kapı delikanlının arkasından çoktan kapanmış ve Madame de Prie hâlâ kıpırdamamıştı. Ölümüne kovalanmış bir hayvan gibi öylece yatıyor, alçak sesle kesik kesik soluyordu; korkusu, duyguları, acı ya da utanç hissiyatı kalmamıştı. İçini tarifsiz bir dermansızlık kaplamıştı; ne intikam ateşi ne de öfke vardı artık, tek hissettiği dermansızlık, tarifsiz dermansızlıktı; gözyaşlarıyla birlikte bütün kanı da akıp gitmişti ve orada kendi ağırlığından yere çökmüş cansız bedeni yatıyordu sanki. Ayağa kalkmayı denemedi bile; bunları yaşadıktan sonra kendini nereye atacağını bilmiyordu. 
Odaya ağır ağır çöken akşamı hissetmedi. Çünkü akşamlar sessizdi. Öğle zamanı gibi pencereden küstahça bakmıyor, karanlık sular gibi duvarlardan fışkırıyordu, tavanı hiçliğe doğru kaldırıyor, nesneleri usulca indirip, sessiz seline katıyordu. Kadın başını kaldırıp baktığında çevresini karanlık ve sessizlik sarmıştı, küçük saat bir yerlerde usul usul tik taklarla sonsuzluğa doğru ilerliyordu yalnızca. Perdeler öylesine karanlık kıvrımlara katlanmıştı ki, sanki arkalarında azgın bir şey gizleniyordu; kapılar bir şekilde duvarın içine gömülmüştü ve oda çivilenmiş tabut misali bir siyahlıkla çevriliymiş gibi duruyordu. Hiçbir yerde giriş ya da çıkış kalmamıştı, her şey sınırsız, ama yine de kilitli gibiydi, her şey insanın üstüne üstüne geliyordu adeta ve havayı öylesine sıkıştırıyordu ki soluk alınamıyor, yalnızca hırıltılı sesler çıkarılabiliyordu. 
Yalnızca arkada belirsize doğru açılmış bir yol ışıldıyordu; kadın, bataklığa dönüşen gölün gece görüntüsüne bürünmüş yüzeyi gibi karanlıkta usulca parıldayan büyük aynanın içinden doğrulunca beyaz bir şey dışarı taştı. Kadın ayağa kalktı, yaklaştı; hayaleti andıran bir yaratık aynanın içinden duman gibi kabararak çıktı: Kendisiydi bu, yaklaştı ve sonra hızla geri çekildi. 
Korkuyordu. İçinden bir şey, "Işık" diye haykırıyordu. Ancak madam kimseyi çağırmak istemedi, kavı kendi tutuşturdu, mermer konsolun üzerinde usulca parıldayarak duran donuk bronzdan yapılmış şamdanın mumlarını tek tek yaktı. Alevler büküldüler, sıcak bedenleriyle soğuk suya dalan insanlar gibi titreyerek karanlığa dokundular, geri çekildiler, sonra yeniden içeri daldılar, sonunda titreşen bir ışık kümesi şamdanın üstünde toplandı ve gitgide daha geniş daireler çizerek tavana kadar yükseldi. Başka zaman narin küçük çocuk figürlerinin buluttan kanatlar takıp mavinin kucağında salındığı yüksek tavanı, boz rengi sisli gölgeler kaplamıştı şimdi, içlerinde ani yükselen alevlerin sessiz kıvılcımları huzursuzca seğiriyordu. Çevredeki nesneler uykularından ürkütülerek uyandırılmıştı adeta, hareketsizce duruyordu, onların gerisinde kalan tepede gölgeler bodur bir hayvan gibi sürünüyor ve nesnelere ürkütücü bir görüntü veriyordu. 
Ne var ki ayna, kadını çektikçe çekiyordu. Aynaya ne zaman baksa, orada sürekli kıpırdayan bir şey vardı. Yoksa çevresindeki her şey suskun ve kötü niyetliydi, nesneler uyuşuktu ve insanlar onu iterek kendilerinden uzaklaştırıyorlardı. Kimseye bir şey soramıyor, kimseye içini dökemiyordu: Ama orada yanıt veren, donuk durmayan, kımıldayan ve açıkça yüzüne bakan bir şey vardı hâlâ. Ama ne soracaktı ki aynaya? Paris'teyken güzel olup olmadığını pek sormazdı. Onun aynası, onu arzulayan erkeklerin ışıldayan gözleri olmuştu. Güzel olduğunu kazandığı zaferlerden, geçirdiği ateşli gecelerden bilirdi, arabayla Versailles'a giderken insanların şaşkınlığından anlardı. Yalan söyleseler de onlara inanmıştı, çünkü onların gücüne güvenmesi kendi kudreti demekti. Ama şimdi böyle aşağılandığına göre kimdi artık o? 


Hep böyle başlıyor galiba;

hiç beklenmedik bir anda işini gücünü, sevgilini, havasını soluduğun kentleri, dostlarının sevecen yüzlerini, ayrılış saatinde unutup da daha sonra anımsayacaklarını bir gece ardında bırakıp, belleğinden silinmeyecek görüntülerle, kulaklarından hiç eksilmeyecek seslerle uzun bir yolculuğa çıkıyorsun. Geniş bir coğrafyada yol alırken, ülkenle arana başka ülkeler giriyor. Zorlu serüvenlerden ve ilk şoktan sonra, ülkenden ayrıldığın saatle ne zaman biteceğini kestiremediğin gurbeti, dönüş saati arasındaki zaman dilimini merak ediyorsun. Arjantin'de, Şili'de ve başka ülkelerde de göçler, ayrılıklar böyle başlamış olmalı. Yeraltına inerken, yeryüzüne çıkarlarken, hatta kök saldıkları toprakları hüzünle terk ederlerken de insanlar, o güzel insanlar özlemlerine sığınmışlardır yine. Bir limandan gizlice uzaklaşırken, ya da gerilimli bir pasaport kontrolünden hemen sonra yürekleri dolduran şey, bir gün mutlaka göçün bu kez terk edilen yerlere olacağına ilişkin umutlardır. Şiddetli bir depremden sonra duygusal sarsıntılar da derinden vurmuştur; gözünün önüne gelen olaylarla, kendinle hesaplaşıp durursun aylarca. Belki en çok bir fotoğraf etkiler seni, göçmenlik günlerinde. Canavar sirenleriyle parçalanan bir gecede çığırtkan bir mavi. Belki kulağına fısıldanmış birkaç sözcük. Kim bilir, belki de gittiğin ülkelerde her nasılsa seni bulan ve ülkenin kokusunu taşıyan mektuplarla, aklından çıkmayan şeyler için yeniden heyecanlanırsın.


“Zor olan, kurallara göre yaşamanın tam olarak yeterli olmaması. Gerçekten de kurallara uygun yaşamayı başarırsınız (bazen kıl payı, son derece kıl payı, ama toplamda bunu başarırsınız). Vergi kağıtlarınız gününde hazırdır. Faturalarınız tam zamanında ödenmiştir. Kimlik kartınız olmadan şurdan şuraya asla adım atmazsınız (ve de kredi kartına özel küçük cüzden olmadan)!.. 
Buna rağmen dostunuz yoktur.
Kural karmaşıktır, çokbiçimlidir. İş saatleri dışında yapılması gereken alışverişler, para çekmeniz (ve çoğu zaman beklemek zorunda kaldığınız) gereken bankamatikler vardır. Hepsinden önemlisi, hayatınızın farklı alanlarını düzene koyan kurumlara yönlendirmeniz gereken çeşitli ödemeler vardır. Üstelik hastalanabilirsiniz, bu da masraf kapısı ve yeni formaliteler demektir. 
Gene de boş zaman kalır. Ne yapmalı? Bunu nasıl kullanmalı? Başkalarının hizmetine mi adamalı kendini? Ama aslında başkaları sizi hiç ilgilendirmemektedir. Plak mı dinlemeli? Bu bir çözümdür ama yıllar geçtikçe müziğin sizi gitgide daha az heyecanlandırdığını teslim etmeniz gerek.
En geniş anlamıyla el uğraşları bir çıkış yolu sunabilir. Ama mutlak yalnızlığınızın, her yeri kuşatan boşluk duygusunun, varlığınızın acı ve keskin bir felakete doğru yaklaştığı sezgisinin sizi somut bir ıstırap haline sürüklemek için yarıştığı o anların gitgide daha sık bastırılmasını gerçekte hiçbir şey engelleyemez.
Gene de ölmeyi her zaman istemezsiniz. 
Bir hayatınız olmuştur. Bir hayat yaşadığınız anlar olmuştur. Kuşkusuz, artık bunu pek iyi hatırlamıyorsunuzdur, ama bunu kanıtlayan fotoğraflar vardır. Şu herhalde ilkgençliğinizde çekilmiş olmalı ya da biraz sonra. O zamanlar yaşama iştahınız ne kadar da büyükmüş! Hayat size yepyeni olasılıklardan yana zengin görünürdü. Varyete şarkıcısı olabilir; Venezuela’ya gidebilirdiniz. 
Daha da şaşırtıcı olanı, bir çocukluğunuz oldu sizin. Şimdi de salonun halısı üzerinde küçük askerleriyle oynayan yedi yaşındaki şu çocuğa bir bakın. Onu dikkatle incelemenizi istiyorum. Boşanmadan beri, babasız kaldı. Bir kozmetik firmasında önemli bir görevi olan annesini çok az görüyor. Gene de küçük askerleriyle oynuyor ve dünyayı ve savaşı temsil eden bu oyuncaklara duyduğu ilgi çok canlıya benziyor. Daha şimdiden bir parça sevgisiz kalmış, bu kesin; ama dünyayla nasıl da ilgileniyormuş gibi bir hali var!
Siz de dünyayla ilgilenmiştiniz. Çok zaman oluyor, bunu hatırlamanızı istiyorum sizden. Kurallar alanı size artık yetmez olmuştu; kurallar alanında daha fazla yaşayamazdınız artık; siz de böylece savaş alanına girmek zorunda kaldınız. Tam olarak o ana geri gitmenizi istiyorum sizden. Bu çok zaman önceydi, öyle değil mi? Hatırlasanıza: Su soğuktu. 
Şimdi kıyıdan açıktasınız: A, evet! Kıyıdan ne kadar da açıktasınız! Uzun zaman başka bir kıyı olduğuna inanmıştınız; artık böyle bir şey yok. Gene de yüzmeye devam ediyorsunuz ve yaptığınız her hareket sizi boğulmaya daha çok yaklaştırıyor. Soluğunuz kesiliyor, ciğerleriniz yanıyor. Su sanki gitgide daha soğumuş gibi geliyor size, daha da önemlisi gitgide daha acılaşmış gibi. Artık çok genç değilsiniz. Şimdi öleceksiniz. Önemi yok. Ben buradayım. Sizin düşmenize izin vermem. Okumanıza devam edin.”


13 Mayıs

Deina, sevgilim,

Ölümü beklemek için doğduğumuz şu kekremsi hayatımızın, beklemekle geçmesini bu kadar garipsememiz ne tuhaf. Bu sabah güvercinleri yemlerken aklıma sen odanın pencere pervazına oturur, ben bahçede dolaşırken birbirimize seslenerek yaptığımız bütün o konuşmalardan birkaçı geldi. Kelimeler sızı, kelimeler taşıyamayacağım kadar ağır artık; yem torbasının yanına çöküverdim. Başımı ellerimin arasına aldım; sana dokunmuş, seni bulmuş, seni sevmiş, seni kaybetmiş ve kendini bildi bileli seni aramış ellerimin. Deina, sevgilim, sana yazıyorum. Çünkü seni hâlâ bekliyorum. Hâlâ özlüyorum. Hem öyle özlüyorum ki iç organlarımdan daha iyi, daha alışkanlıkla biliyorum seni özlemeyi. Hâlâ. Hâlâ. Hâlâ seni seviyorum.

Evet, pencere pervazları. Evet, konuşmaların. Saçlarının başın hafifçe sola eğik hâlde durmuş beni izlerken çehrenin çevresinde savrulan başaklar gibi haylaz kımıldanışları… Sevgilim. Sana kafamda en başından beri böyle sesleniyordum. Daha ikimiz de küçücük çocuklarken, hatta sen benim adımı atlarınkiyle karıştırıyorken, daha hiç doğru düzgün birbirimize bakmamışken bile. Başka kimse sana seslenirken bu tarz sıfatlar kullanmıyordu. Garip demiyorlardı. Hasta demiyorlardı. Deli, demiyorlardı.

Demelerine gerek var mıydı?

Oysa sen kendini sıklıkla küçük deli kız diye tanımlardın. Farklı olduğunu biliyordun, evdeki herkes kadar. İstedikleri gibi bir çocuk olmadığını, istedikleri gibi bir genç kız olamayacağını… Daha beş yaşında kiliseye gitmeyi kesinlikle reddederek bahçede kendine topraktan bir tapınak yapmıştın. Zavallı annen sana doğruyu anlatabilmek umuduyla eski insanların nasıl da saçma biçimde putlar yaptığından, çamurdan tanrılara, ölü hayvanların kemiklerine, boynuzlu yaratıklara tapındığından, sonra kutsal dinimizin nasıl da bu yabani vahşilikleri yok edip bize doğruyu ve Tanrı’nın lütfunu bahşettiğinden bahsedince de oyununu biraz değiştirmiş, bütün bir bahar ve yaz boyunca topraktan tanrılar tasarlamakla meşgul olmaktan büyük zevk almıştın. Bunu anneni üzmek için yapmıyordun, onu neden üzdüğünü anlamıyordun da. Sadece hoşuna gidiyordu ve evdeki diğer oyuncaklarınla oynamak yerine toprak tanrılarla uğraşmanın neresinin bu kadar anlaşılmaz olduğunu idrak edemiyordun.


Geldikleri yoldan geriye, eğreltilerle ısırganotlarının arasından yürümeye koyuldular. Fırtına yüzünden alttaki toprak tehlikeli hale gelmişti, bu yüzden, konaktan bir an önce uzaklaşmak istemelerine rağmen temkinli bir hızda ilerliyorlardı. Nihayet çökük toprak yola vardıklarında yağmur hala dinmemişti, buldukları ilk ulu ağacın altına sığındılar.
"Sırılsıklam oldun mu prensesim?"
"Merak etme Axl. Palto işe yaradı. Sen ne haldesin?"
"Güneş çıktığında çabucak kurumayacak kadar ıslanmadım."
Bohçalarını yere bırakıp ağacın gövdesine yaslanarak nefeslendiler. Bir süre sonra Beatrice usulca, "Axl, ben korkuyorum" dedi.
"Aa, neden prensesim? Korkacak bir şey yok artık."
"Hani o gün koca diken çalısının orada beni kara paçavralar içinde tuhaf bir kadınla konuşurken görmüştün, hatırlıyor musun? Avare bir deli gibi görünüyordu belki, ama anlattığı hikaye şu yaşlı kadının hikayesine çok benziyordu. Onun da kocasını bir kayıkçı götürmüş, onu kıyıda tek başına bırakmış. Yalnızlığına ağlaya ağlaya koydan dönerken yüksek bir vadinin kenarına gelmiş, önünde de, arkasında da upuzun bir patika görmüş, yol boyu kendi gibi ağlayan insanlar varmış. Ben bunu duyduğumda çok korkmamıştım Axl, bizimle ilgisi yok diye düşünmüştüm. Ama sonra kadın söze devam etti, bu toprakların bir unutuş sisiyle lanetlendiğini söyledi; biz de aynı şeyi kaç kere konuştuk aramızda. Sonra kadın bana, "Kocanla sen, paylaştığınız geçmişi hatırlayamazken birbirinize sevginizi nasıl kanıtlayacaksınız?" diye sordu. O günden beri hep bunu düşünüyorum. Bazen düşündüğümde o kadar korkuyorum ki."
"Ama korkulacak ne var ki prensesim? Biz öyle bir adaya gitmeyi düşünmüyoruz, istemiyoruz da."
"Olsun Axl. Biz daha öyle bir yere gitmeyi düşünme fırsatını bulamadan ya aşkımız solup giderse?"
"Sen ne diyorsun prensesim? Bizim aşkımız nasıl solabilir? Aklı havada genç aşıklarken şimdiki kadar güçlü müydü aşkımız?"
"Ama Axl, o günleri hatırlayamıyoruz bile. Ne de aradaki yılları. Ateşli kavgalarımızı da, bağrımıza bastığımız küçük mutluluklarımızı da hatırlamıyoruz. Oğlumuzu, niçin bizden uzak olduğunu hatırlamıyoruz."
"Bütün o anıları geri getirebiliriz prensesim. Ayrıca ben ne hatırlarsam hatırlayayım, ne unutursam unutayım, kalbimde sana olan sevgim hiç değişmeyecek. Sen de öyle düşünmüyor musun prensesim?"
"Evet Axl. Ama bir yandan düşünüyorum, acaba bugün kalbimizde hissettiğimiz şey, yağmur çok dindiği halde şu tepemizdeki ıslak yapraklardan üstümüze düşen yağmur damlaları gibi bir şey mi? Acaba anılarımız olmayınca aşkımız da mecburen solup gidecek mi?"
"Tanrı böyle bir şeye izin vermez prensesim." Axl bunu alçak sesle, neredeyse fısıltıyla söyledi, çünkü kendisi de içinden adını koyamadığı bir korkunun yükseldiğini hissetmişti."
"Koca diken çalısının orada konuştuğumuzda," diye devam etti Beatrice, "tuhaf kadın daha fazla vakit kaybetme diye uyardı beni. Paylaştıklarımızı iyisiyle kötüsüyle hatılamak için elimizden geleni yapmamızı söyledi. Şimdi de şu kayıkçı, tam ayrılırken beklediğim, korktuğum cevabı verdi. Şu halimizle hiç şansımız var mı Axl?" Öyle biri bize en aziz anılarımızı sorarsa? Axl, o kadar korkuyorum ki."
"Korkma prensesim, korkacak bir şey yok. Anılarımızı temelli kaybetmedik, sadece bu kahrolası sis yüzünden bulamıyoruz nerede olduklarını. Tekrar bulacağız onları, gerekirse tek tek. Bu yolculuğa da bunun için çıkmadık mı? Oğlumuzu karşımızda bir görelim, mutlaka birçok şeyi hatırlayacağız."
"Umarım öyle olur. Şu kayıkçının söyledikleri iyice korkuttu beni."
"Unut kayıkçıyı prensesim. Bizim onun kayığıyla adasıyla da işimiz yok. Hem haklısın, yağmur dindi, şu ağacın altından çıksak daha çabuk kururuz. Düşelim yola, unutalım bu kaygıları."


Ovanın dip tarafında, kırmızı tuğladan inşa edilmiş bir çiftlik binası bir platform üzerine yükseliyordu. Sanki güneşin son ışınlarını tutmuştu ve bir çimenlikte unutulmuş bir mangal közü gibi basamaklı sekizin üzerinde cızırdıyordu. Ele geçirilecek kale burası mıydı?
Miğferi ile kurşungeçirmez yeleğinin arasına sıkışıp kalmış Ivana, SEK'in zırhlı araçlarının birinin arkasına gizlenmişti, ancak ceviz kıracağının kıskaçları arasındaki bir fındık kadar rahattı. Onun yanında Kleinert, namlusu aşağıya doğru çevrilmiş halde silahını göğsüne yapıştırmış, SUL pozisyonu almıştı ve her şeye hazır gibiydi. Çok seksi.
Niemans Kontes'le yüzleşmeye gittiğinde, Ivana kesin bir bulguya ulaşmıştı: Meşhur röetkenleri yetiştirenn kişinin adı ve adresi. Freiburg im Breisgau'nun güneyinde bulunan Kandern adlı küçük bir köyün eczacısının söylediğine göre bir adam her ay çinko eksikliğini takviye edici ilaçlar alıyordu. Adam Grafenhausen Bölgesi'ndeki bir başka köyün iyi bilinen bir veterinerinin reçetelerini kullanıyordu. Ama bir sorun vardı, veteriner asla bu reçeteleri yazmamıştı.
Ivana ilaçları satın alan adam hakkında hemen bilgi toplamıştı: Adı John Bruch'tu, 43 yaşındaydı, lisanslı bir avcıydı, birçok kez tutuklanmış ve şiddet uygulamaktan, kaçak avcılıktan, ağla avlanmaktan ve hayvanların üreme dönemlerine riayet etmemekten birçok kez mahkum olmuştu. Ayrıca cinayetten iki kez şüpheli durumuna düşmüş ama her seferinde aklanmıştı. Sonuçta, yine de on yılını parmaklıklar ardında geçirmişti.
Resmi kayıtlara göre, artık adam Gletscherkessel Prag Doğal Rezervi'nden çok uzak olmayan ıssız bir çiftlikte av köpekleri yetiştiriyordu.
Ama av köpekleri arasında röetken yoktu.
Esas konu farklıydı: Bruch altı yıldan beri Schwarzes Blut Vakfı için çalışıyordu. Yaşlı Franz tarafından işe alınan ve korunan sabıkalılar listesindeydi.
Kleinert çok hızlı davranmış, rekor bir süre içinde müdahale birimini harekete geçirmişti: SEK'in, Almanya Landespolizein'in taktik birimi, Spezialleinsatzkommandos'un adamları derhal Gletscherkessel Prag Doğal Rezervi'ne doğru yola çıkmış, hatta Kleinert, ıvana ve onların ekibinden önce oraya varmışlardı.
Diğer taraftan, Slav kız Niemans'a -telefona cevap vermiyordu- haber vermeye çalışmıştı. Kendini çaresiz hissediyordu. Ona göre operasyon orantısızdı. Her şeye rağmen amaç köpek yetiştiricisi eski bir kaçak avcıyı yakalamaktı. Ama Kleinert bu şekilde değerlendirmiyordu ve sonunda o da Kleinert'e hak vermişti: Bruch onları tüfekle ateş açarak karşılamıştı.
Şimdi manzaradan Ford Charbol olaylarındaki gibi pis kokular yükseliyordu. Polisler geniş ovanın ortasında konuşlanmıştı, akşam rüzgarı yüksek otları hafifçe tararcasına aralarından geçip gidiyordu. Her şey alacakaranlıkta titreşiyor gibiydi, ama bu daha ziyade, içinde bulunduğu andan etkilenmiş olan Ivana'nın algısıydı.
Arkasında ayak sesleri duydu. Niemens, nihayet. Alabros kesimi saçları, yuvarlak gözlükleri, siyah paltosu ve herkesten bir baş daha uzun bir boy. Yaşına rağmen, yorgun yüz hatlarına rağmen hiç de fena değildi; elbette asker tarzını sevenler için.
-Bu ne karmaşa? diye sordu, henüz soluklanmadan.
Kleinert durumu açıklama görevini üstlendi. Niemens, gergin bir suratla ovanın dört bir yanını kartal bakışlarıyla tarıyordu. Kuşkusuz, çalıların arasına gizlenmiş otomatik tüfekli adamları ve ağaçlara tünemiş, ellerinde Ultima Ratio'lar bulunan keskin nişancıları çoktan fark etmişti.
-Basit bir köpek yetiştiricisi için mi herkesi ayaklandırdınız?
Kleinert cevap olarak Niemans'a kurşungeçirmez bir yelek uzattı.
-Söz konusu değil, diyerek reddetti, bunlar bana sıkıntı veriyor.
Kimi zaman,Niemans başka bir çağa, başka bir dünyaya aitmiş gibi davranıyordu. Dudaklarının arasında, yanan sigaralarıyla altıpatlarlı sert adamların altın çağı.
Alman polis hiç istifini bozmadı, elindeki kevlar yeleği hala ona doğru uzatıyordu. Sonunda, Niemans paltosunu çıkardı ve kurşungeçirmez yeleği giydi. Biraz kaşındıktan sonra, meslektaşları gibi kuşanmıştı.
Ivana gülümsedi; Niemans'ını tanıyordu ve bu ortamın, havadaki barut kokusuyla onun hoşuna gittiğini biliyordu. O bir saha adamıydı ve Guernon'dan bu yana sahadan uzaktı.
-Herif bizi tüfekle ateş ederek karşıladı, diye belirtti Ivana. Fabian SEK'i çağırmakta haklıydı.
-Fabian mı?
-Boş verin.
Niemans'ın yüz ifadesi değişmişti, köpekli birimin çoban köpeklerini görmüştü.
-Röetkenleri bulmak için buradalar, diye açıkladı, Ivana.
Polis artık ona cevap verecek durumda değildi, çenesi kilitlenmiş, gözleri donuklaşmıştı.
-Niemans, beni dinleyin.
Polisten hiç tepki yoktu. Eli silahının üstündeydi, sahiplerinin yanında sakin bir şekilde bekleyen Alman çoban köpeklerini vurmaya hazırlandı.
Ivana onu paltosunun eteklerinden yakaladı ve bağırdı:
-Niemans!
Sonunda, gözbebeklerinde pırıltı meydana geldi. Bağlantıyı yeniden sağlamıştı.
-Bizimle uslu uslu oturun. Destek gelmesini bekliyoruz.
-Ne desteği?
-Stuttgart'tan, diye araya girdi Kleinert. Ayrıca savcının da bize yeşil ışık yakmasını beklememiz gerekiyor.
-Kendini kulübesine kapatmış kaçak avcıdan söz etmeye devam mı ediyoruz?
-Niemans, diye karşılık verdi Ivana, salağa yatmaktan vazgeçin. Eğer bu herif Kara Avcılar'dansa bize karşı lav silahı kullanabilir ya da üzerimize el bombası atabilir. İhtiyatlı davranmak daha iyi olur.
Niemans küçük bir baş hareketiyle durumu kabullendi. Bir şey düşünüyor gibiydi. Ivana baskın ve kuşatma konusunda bir şey bilmiyordu. Geceyi beklemek daha mı iyiydi? SEK'in bir saldırı planı var mıydı? Gece saldırısının daha muhteşem olacağını düşünüyordu. Dürbünle ve lazerli nişangahla donatılmış tüfekler sayesinde gece nar renginde küçük sevimli noktalarla aydınlanacaktı.
Sanki beklerken vakit geçmesi için, Alaman polis telsiz cızırtıları arasında teknik ibr tirada başladı:
-Henüz kapıyı kırmak gibi bir düşüncemiz yok, diye açıkladı, koçbaşı ya da plastik mermi...
-Neden gaz bombası kullanmıyorsunuz?
-Bu herif öfkeden kudurmuş durumda. En ufak bir risk alamayız. Takviye burada olduğunda ve yetkililer onay verdiğinde, bir helikopter yukarıdan yeni ekipler indirecek ve biz de saldırıya geçeceğiz...
Niemans elinde son model bir gaz bombası tüfeği bulunan bir polise ısrarla bakıyordu. Adamın aklı bir karış havada gibiydi.
-Her halükarda, diye Kleinert devam ediyordu, hiçbir şeyin farkında değildi, bu hem havadan hem de karadan yapılacak bir yıldırım harekatı olacak.
-Hemen harekete geçmemiz gerekiyor. Zaman kaybedemeyiz.
-Benim yetki alanımda ve benim ülkemdesiniz. Bir Fransız olarak, siz...
Niemans hızla elinde gaz tüfeği olan adamın yanına gitti. Elindeki bomba atarı aldı ve Kleinert'in yerine cümlesini tamamladı:
-Mükemmel bir fikrim var: Gidelim kapıyı çalalım.
-Niemans, istediğiniz şekilde davranmanıza izin veremem. Göz yaşartıcı bomba kullanmak için izin aldık ve bu...
Polis sert bir hareketle silahı kuşandı.
-"Yıldırım harekat" benim!
Sonra, gülünç bir şekilde cepheye doğru koşmaya başladı, yeşermiş bir otlakta koşan yalnız bir kamikazeye benziyordu.
Ivana da içinden mırıldanarak onun peşine takıldı:
-Niemans, bu sizin yaşamınıza uygun değil. (Sonra silahını iki eliyle kavrarken boğulacak gibi oldu, ekledi:) Sizin için çok geç, benim içinse çok erken...


Floransa; Rönesans, katedraller, sessiz kent, bozulmamış doğa, asfalt yememiş, örtülmemiş toprak parçaları ve daha pek çok şey hepsi güzel hepsi anlamlı. Ama nedendir bilmiyorum, artık hiçbir şey beni kolay sevindirmiyor. Yine çocukluğuma gidip geldim. Yoksa yaşlandım mı? Daha doğrusu ihtiyarladım mı? Geride kimleri bıraktım? Küçük kulaklarım için küpeler aldım. Oysa baş aşağı çevrilince kar yağdıran saydam prizmalardan istiyordum. Bulursam alacağım sana. Küçük sevinçler, kırık mutluluklar... Yine deftere çevirdi gözlerini, avcunun içine bükülmüştü, bu kez kendiliğinden açılmadı. Kırmızı kaplı bir defterdi. Üst yanında bir bankanın beş harflik adı, alt yanında bir tarih yazılıydı. Gözleri tarihin üstünde durdu, kapandı. Elli altıdan elli çıktı altı kaldı dedi. Tam altı yıllık, altı yılda hiç eskimemişti. Yaldızı parıl parıldı hala "zavallı çocuk" diye söylendi. Hiç kuşkusuz bir kız çocuğu yitirmişti defteri. Gelip arar mıydı acaba? Aranmayacak defter değildi. Mutlaka arardı. Gittiği yollardan koşa koşa geri dönerdi. Hemen yanına yaklaşır, "Kırmızı kaplı bir cep defteri gördün mü hanım teyze?" diye sorardı. Ne derdi o zaman, içi burkuldu. Avucunda defteri bütün gücüyle sıktı. O gün bu gündür o defter oldu. Pek de istemiyordu sahibi olduğu kız çocuğunun dönmesini...

Avucunu yavaşça içindekini kaçırmaktan korkar gibi açtı. Defterin kırmızı kabına dikti gözlerini. Yepyeni bir oyuncağa bakan küçücük bir çocuk gibiydi. Elleri titriyordu. Sayfaları çevirmeye başladı. Bu kez de dik bir okullu yazısıyla çizilmiş satırlar çekti dikkatini. Sökmeye çalıştı. Her gün bir iki satır karalanmıştı. Neredeyse birbirinin aynıydı bütün yazdıkları hepsi de havayla dersler üstüneydi: "Bugün hiç derse kalkmadım, hava güzeldi." "Hava gene kötü..." "Notlar gene kesat, yazılı berbat." Defterdeki satırlar birbirine girdi okuyamaz oldu. "Zavallı çocuk, zavallı çocuk..." diye söylendi. "Tembelleşmiş ama iyi çocukmuş." Gözlerini ovuşturdu, çevresine baktı. Birden kafasında bir şimşek çaktı. Günlerdir sana yeniden yazmamı istiyorsun benden." (...) Sana neyi anlatayım... Her küflü oda bir aşk, her sevda da bir ayrılığı yaşar. Birlikteydik ama yalnızdık..." diye yazıp kapattı, küçük kendine ait olmayan o kırmızı cep defterini.


Zaman bütün hisleri köreltir. İnsanlar unutur, sıkılır, yaşlanır, başını alıp gider. Vaktiyle İngiltere’de herkesin ahşap tekneler yapıp Türk’e karşı yelken açmaya kafayı taktığı bir dönem vardı. Bu iş ilginç olmayı yitirince, geriye kalan köylüleri topallayarak karaya döndü ve geriye kalan soylular birbirine karşı kumpas kurdu. 
Tabii hikâyenin hepsi bundan ibaret değil ama hikâyeler de böyledir işte; onları istediğimiz hale getiririz. Evreni açıklarken açıklanmamış bırakmanın bir yoludur bu; onu zamanın içine tıkıştırmadan tümüyle canlı tutmanın bir yoludur. Bir hikâyeyi anlatan herkes farklı anlatır, herkesin onu farklı şekilde gördüğünü bize hatırlatmak için. Bazıları bulunacak hakiki şeyler vardır derken, kimisi de her şeyin kanıtlanabileceğini söyler. Onlara inanmıyorum. Kesin olan tek şey hepsinin ne kadar karmaşık olduğu, düğüm düğüm sicimler gibi. Oracıktadır ama başını bulmak zordur, sonuna varmak da imkânsız. Olsa olsa iki elin parmakları arasındaki sicimle yapılmış o kedi beşiğine hayran kalır ve belki biraz daha düğümlersiniz. Tarih sallanmak için bir hamak, oynanacak bir oyun olmalı, kedilerin oynadığı gibi. Pençe at ona, çiğne, yeniden düzenle ve yatma vakti geldiğinde hâlâ düğüm düğüm bir sicim yumağı olsun. Kimse aldırmamak. Bazıları bu işten bir araba para kazanıyor. Yayımcılar bunu becerir, çocuklar ise zeki anlarında başarılı olabilir. Çok amaçlı bir yağmurlu gün meşgalesidir, tarih denen bu hikâyeleri indirgeme işi.
İnsanlar, bir olgu olmayan hikâye anlatma işini, olgu olan tarihten ayırmayı sever. Bunu yaparlar ki, neye inanıp neye inanmayacaklarını bilsinler. Doğrusu, acaiptir. Yunus peygamber her gün balinayı yutarken, nasıl olur da kimse balinanın Yunus peygamberi yuttuğuna inanmaz? Onları görüyor gibiyim, balık hikâyelerinin en alıklarını alıp kabulleniyorlar ve niye? Çünkü tarih de ondan. Neye inanacağını bilmenin avantajları olmuştur. Bu inanç kendine bir imparatorluk inşa etti ve insanları ait oldukları yerde tuttu, cüzdanın parlak diyarında...
Çoğu kez tarih, geçmişi inkâr etmenin bir aracı olur. Geçmişi inkâr etmek, onun bütünlüğünü tanımayı reddetmek demektir. Onu duruma uydurmak, zorlamak, işletmek, görünmesi gerektiğini düşündüğünüz şekilde görünene kadar onun ruhunu emip çıkarmak. Hepimiz, kendimizce birer tarihçiyiz. Ve Pol Pot, dehşet verici bir şekilde, geri kalan hepimizden daha dürüsttü. Pol Pot, geçmişi tamamen ortadan kaldırmaya karar verdi. Geçmişe tarafsız bir saygıyla muamele etme sahteciliğini ortadan kaldırmaya karar verdi. Kamboçya’da şehirler haritadan silinecekti, haritalar atılacaktı, her şey gidecekti. Belge yok. Hiçbir şey yok. Cesur yeni bir dünya. Eski dünya dehşete kapıldı. Parmağımızla işaret edip suçladık ama büyük pirelerin sırtlarında onları ısıran küçük pireler olur.


Ilgaz, çoktan soğumuş çayının kalan son yudumunu çekip masasından kalktı. Artık çalıştığı kendisine yeterdi. Her şey olduğu kadardı. Yarınki sınavı verirse okulu uzatmayacak, yazın memlekete gittiğinde babası onunla ilgili yergilerini kısa kesecekti. Mühendis çıkmasına ramak kalacak oğlunu annesi, komşular ve hısım akrabanın önünde yere göğe sığdıramayacaktı. İçi bulandı, muhtemel ki, olacaklardan ziyade, içtiği sigaraların odasını bunaltmasındandı. Küllük, hava almayan bu bodrum katını isli isli kokutuyordu ama Ilgaz götürüp dökmedi. Odanın ortasında öylece durdu. Şimdi, her şeye yalnızca bakıyordu. Masanın üzerinde yığılmış kitaplara ve kütlenin korunumuna, kabak çekirdeklerinin dağılmış kabuklarına, dışarıda göğün yırtılmasına ve şakırdayan bütün sulara, kedilerin pencerenin parmaklığına sürtünüp geçmesine, doğa yasalarına ve dünya üzerinden geçip gitmiş bütün kanların ve çirkin ve güzel bedenlerin şerefine bir şişe şarap içememiş olmasına uzun uzun baktı. Duvarlar soğuk, gölgeler lekeliydi. Kanepedeki battaniyesinin üstüne sinmiş terli ve ekşi kokusunu, teki kayıp çoraplarını, boş sigara paketini, parmak izli bardağını ve ortada bekleşen bütün perişanlığını saran bu duvarlar, sapasağlam duruyor, içinden kayıp geçilmeye imkan vermiyordu. Sessizlik sanılan bütün ümitsizlik, gençliğin kıvamlı ağırlığı önünde dikiliyor, onun taze başını ürkütüyordu.

Ilgaz böyle ayakta dikilmiş, kumral sakallarını uzun uzun sıvazlarken, birdenbire durdu.

Gitti kanepeye kıvrılıverdi. Tahir kahvehaneden ruh gibi çıktı. Yağmurlu sokaklardan bir ruh gibi geçti. Büyük bir yalanı az önce öğrenmiş bulunan bütün sakin ruhlar gibi, o da işte şimdi zıvanadan çıkmış, kayıyor, kavruluyordu. Kızı hemşireyim demişti. Ben buraya atandım demişti. Gececiyim demişti. Geceleri çıkıyor, sabaha karşı dönüyordu. Kızının ortak etmediği bu sırrında Tahir, bilmiyordu ki, neler yapılıyordu. Hasta kim, kime derman götürülüyordu? Gece başlayıp da sabaha erene kadar, kızı nerede duruyordu?

Evinde, odasında, kahvesinde, işinde, sıkıntısında, ferahlığında yaşayıp giden bütün bu beşerin ortasında Tahir, sokaklardan eserek geçti. Karısının ölümünden beri kalbinin böyle yandığı hiç olmamıştı. Yol boyunca, kimi mutlu kimi mutsuz ışıklar pencerelerde yanıyor, Tahir de tüm insanlık gibi, en büyük dert kendisininki sanıyordu. İnsan bir kötülük, bir hainlikle yüzleşmeye görsün hemen kendiyle karşılıyordu onu. Yalanın büyüklüğü, söyleyenin iyiliğiyle büyüyor, onunla perçinleniyordu. Tahir de böyle düşünüyordu şimdi, "bana" diyordu, "tek başına evlat büyütmüş bu babaya" diyordu, "kimseye kötülük etmemiş, hıncını bu aleme bir kerecik batırmamış bu adama" diyordu, "nasıl yapılır" diyordu. Kızını unutup, sanki daha çoğu kendine acıyordu. Kızı Melike, anasını melekler aldı götürdü diye, melek gibi olsun da kötülüğe bulanmasın ve hep pür-i pak yaşasın diye adını meleklerden alıp da verdiği bir tane evladı, yalnızlığından kaçıp da anlamlı saydığı meşguliyetlerle büyüttüğü bu çocuk, şimdi nerelerde, hangi şeytanın, hangi karanlığın, hangi kuytunun dibindeydi. Ondan başka yoktu ki. Büyüttüğü bu çocuktan, çocukken ak pak edip saçlarını tarayıp da yatırdığı bu çocuktan bir tane daha yoktu ki. Gözlerden sakınılıp büyütülmüş bu anasız çocuktan, binlerce emek ve uğruna uykusuz kalınmış gecelerden, kalkıp kalkıp örtülmüş yorganlardan, ateş ve öksürük dolu geceler boyu alnına konmuş nemli bezlerden ve büyüsün diye yedirilmiş lokmalardan gelecekte birkaç tane daha yoktu ki, onun için bu kadar yanılmasın. Vazgeçilsin. 

Başka yoktu ki.

Tahir felaketi de sevinci karşıladığı gibi karşıladı. Melikesinin nerede olduğundan önce Tahir, kendi yaptıklarının, kendisinden alınanların ve kendisine yapılanların muhasebesini tutuyor, doğruluk ve vicdan budur sanıyordu. İşte ancak böyle sevebildiği Melikesi şimdi nerede, hayatı ne sanarak yaşıyor, kime ne söylüyordu? Bu dünyanın başına, kurulalı beri musallat olmuş kötülerin karşısında Melikesi, nasıl içi acımadan duruyor, irade ve gülümsemesini nasıl gizliyordu? Ne yapıyordu? Nerede, ne yapıyordu?

Yarın sabah uyanacaktı Tahir, sanki dünkü sabaha uyanmış gibi içi bir anlığına rahat. Sonra ayıldıkça başına geleni hatırlayacak ve içinden bir bıçak boylu boyunca geçip onu gerçeğe uyandıracaktı. Dünya üzerindeki bütün felaketler işte böyle geliyor, insanı kendine işte böyle yavaş yavaş inandırıyordu. Ölümü görenler, soğukluğu tadanlar, felaketten kaçamayanlar, evlat acısıyla kavrulanlar, uykuya hıçkırık ve gözyaşıyla dalanlar, delikli uykulardan hep böyle uyanıyordu.

Önce iyi, sonra noksan.

Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa

ABOUT ME

I could look back at my life and get a good story out of it. It's a picture of somebody trying to figure things out.

POPULAR POSTS

  • DARIDERE KAMP ALANI
    Ulaşım Darıdere Mesire Yeri ve Kamp Alanı, Balıkesir, Altınoluk, Narlı Köyünden 13 km içeridedir. İzmir-Çanakkale yolu üzerinde Çanakkale yö...
  • Marcel Proust - Lemoine Vakası
    IV. HENRI DE RÊGNIER    Elması pek de sevmem. Güzel görünmüyor. İnsanın yüzünde bıraktığı o küçük güzellik, etkisindense daha çok yansımasın...
  • "Babam Beni Şah Damarımdan Öptü" - Ozan Önen
       İnsan, babası hayattayken, sanki tüm babalar hayattaymış gibi bir yanılgıya; babası öldüğündeyse sanki sadece kendi babası ölmüş gibi bir...
  • "Musa'nın Derinlerine Düşen Yutkunuş" - Ahmet Sarı
    Bir şeyleri paylaşmak için doğru zaman doğru mekân doğru vesaire ararken geçer zaman. Bilirsiniz. Mustafa Kutlu, "İnsanlar ölür ve cena...
  • VİETNAM SEYAHAT FOTOĞRAFÇILIĞI - ÜLKENİN EN İYİLERİ VE ÖNEMLİ NOKTALARI
    Fotoğrafçı Réhahn tarafından Vietnam Seyahat İpuçları  Fransız fotoğrafçı Réhahn şu anda Vietnam’daki kabilelerin 54’ünü fotoğraflamak için ...
  • CAMPING ADRİAKE
    Ulaşım Antalya'dan Demre'ye minibüsler ile ulaşabilirsiniz. Kamp alanı sahil kenarında. Demre merkeze geldikten sonra buraya ulaşım ...
  • "Bilinmeyen Sular" - Mevsim Yenice
    “Benim için daha iyi olacak,” diyor. Neden bahsettiğinden haberi yok, adım gibi eminim bundan. Yine de kafamı sallayarak destek oluyorum. ...
  • ERCİYES EKSPRESİ (ADANA - KAYSERİ TRENİ)
    Treni hangi operatör işletiyor? TCDD Taşımacılık Nasıl bir trenle seyahat edeceğim? Dizel lokomotifin çektiği vagon dizisi Seyahat seçenekle...
  • Çılga Cantürk - Mutlu Gel Huzurlu Gel
    MUTLU GEL HUZURLU GEL 21.. 6 Ocak 2017 anısına .. İnsan ne kadar sevildiğini ve bu zamana kadar neler yaşamış olduğunu aklının bir köşesinde...
  • APOSTİL NEDİR?
    Apostil belki de ilk defa duyduğunuz bir terim ve ne anlama geldiği hakkında hiç bir fikriniz yok. Belki de var nasıl yapıldığını bilmiyorsu...

Advertisement

Follow us on Facebook

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

EREN ARDA GÜLER. Blogger tarafından desteklenmektedir.

Featured Post (Slider)

Kötüye Kullanım Bildir

Archive

  • ▼  2020 ( 184 )
    • ▼  Mayıs ( 50 )
      • Osman Şahin - Mahşer
      • Robert Seethaler - Toprak
      • Oya Baydar - Elveda Alyoşa
      • Zygmunt Bauman - Akışkan Aşk
      • Drago Jancar - Kehanet
      • B. Nihan Eren - Hayat Otel
      • Yücel Balku - Sükût Ayyuka Çıkar
      • Robert Musil - Hayalperestler
      • Andre Gide - Pastoral Senfoni
      • Karl Polanyi - Büyük Dönüşüm
      • Bilge Karasu - Gece
      • Stefan Zweig - Bir Çöküşün Romanı
      • Özcan Karabulut - Baştan Sona Yalnızlık
      • Michel Houellebecq - Kuşatılmış Yaşamlar
      • Melisa Yılmaz - Üflenmemiş Rüzgârlar
      • Kazuo İshiguro - Gömülü Dev
      • Jean-Christophe Grangé - Son Av
      • Nezihe Altuğ - Seviname
      • Jeanette Winterson - Tek Meyve Portakal Değildir
      • B. Nihan Eren - Kör Pencerede Uyuyan
      • Selçuk Baran - Bozkır Çiçekleri
      • Hakan Bıçakcı - Aramızdaki En Kısa Mesafe
      • DARIDERE KAMP ALANI
      • MEDUSA CAFE BAR CAMPING
      • CAN MOCAMP
      • CAMP İSTANBUL
      • KAŞ CAMPING
      • CAMPING ADRİAKE
      • HİNDİBA DOĞA EVİ / PANSİYON
      • KABATEPE ORMAN KAMPI
      • KARAASLAN CAMPING TESİSLERİ
      • BOLU ALADAĞ KAMP EĞİTİM MERKEZİ (ALADAĞ GENÇLİK İZ...
      • KAMP ALANI: TARIK'IN YERİ
      • TEZEL CAMPING
      • GÜNBATMADAN KAMP ALANI
      • ŞİMŞİRLİK KAMP ALANI VE ALABALIK TESİSLERİ
      • KAMP ALANI: CAMPING VILLAGE ROMA
      • KAMP ALANI: CAMPING HOTEL CITTA Dİ BOLOGNA
      • KAMP ALANI: CAMPING FUSİNA TOURIST VILLAGE
      • KAMP ALANI: DALYAN CAMPING MUĞLA
      • KAMP ALANI: GÖKOVA AKKAYA ORMAN KAMPI
      • KAMP ALANI: ANT CAMPING BALIKESİR
      • KAMP ALANI: GÜZELDERE ŞELALESİ DÜZCE
      • KAMP ALANI: ADA PANSİYON ANTALYA
      • GAZİANTEP'İN ÇIRAĞANI: HIŞVAHAN HAN
      • ZEUGMA
      • MEDENİYETİN BAŞLANGICI: GÖBEKLİTEPE
      • BULUTLAR ÜLKESİ: POKUT YAYLASI
      • ANKARA ULUCANLAR CEZAEVİ
      • GAZİANTEP BEY MAHALLESİ
    • ►  Nisan ( 44 )
    • ►  Mart ( 17 )
    • ►  Şubat ( 73 )
  • ►  2019 ( 258 )
    • ►  Kasım ( 43 )
    • ►  Ekim ( 43 )
    • ►  Eylül ( 53 )
    • ►  Ağustos ( 6 )
    • ►  Temmuz ( 2 )
    • ►  Haziran ( 9 )
    • ►  Mayıs ( 16 )
    • ►  Nisan ( 56 )
    • ►  Mart ( 15 )
    • ►  Şubat ( 7 )
    • ►  Ocak ( 8 )
  • ►  2018 ( 51 )
    • ►  Aralık ( 7 )
    • ►  Kasım ( 8 )
    • ►  Ekim ( 7 )
    • ►  Eylül ( 3 )
    • ►  Temmuz ( 2 )
    • ►  Haziran ( 3 )
    • ►  Mayıs ( 1 )
    • ►  Nisan ( 4 )
    • ►  Mart ( 3 )
    • ►  Şubat ( 5 )
    • ►  Ocak ( 8 )
  • ►  2017 ( 11 )
    • ►  Aralık ( 1 )
    • ►  Ekim ( 10 )

Bu Blogda Ara

Blog Archive

  • ▼  2020 ( 184 )
    • ▼  Mayıs 2020 ( 50 )
      • Osman Şahin - Mahşer
      • Robert Seethaler - Toprak
      • Oya Baydar - Elveda Alyoşa
      • Zygmunt Bauman - Akışkan Aşk
      • Drago Jancar - Kehanet
      • B. Nihan Eren - Hayat Otel
      • Yücel Balku - Sükût Ayyuka Çıkar
      • Robert Musil - Hayalperestler
      • Andre Gide - Pastoral Senfoni
      • Karl Polanyi - Büyük Dönüşüm
      • Bilge Karasu - Gece
      • Stefan Zweig - Bir Çöküşün Romanı
      • Özcan Karabulut - Baştan Sona Yalnızlık
      • Michel Houellebecq - Kuşatılmış Yaşamlar
      • Melisa Yılmaz - Üflenmemiş Rüzgârlar
      • Kazuo İshiguro - Gömülü Dev
      • Jean-Christophe Grangé - Son Av
      • Nezihe Altuğ - Seviname
      • Jeanette Winterson - Tek Meyve Portakal Değildir
      • B. Nihan Eren - Kör Pencerede Uyuyan
      • Selçuk Baran - Bozkır Çiçekleri
      • Hakan Bıçakcı - Aramızdaki En Kısa Mesafe
      • DARIDERE KAMP ALANI
      • MEDUSA CAFE BAR CAMPING
      • CAN MOCAMP
      • CAMP İSTANBUL
      • KAŞ CAMPING
      • CAMPING ADRİAKE
      • HİNDİBA DOĞA EVİ / PANSİYON
      • KABATEPE ORMAN KAMPI
      • KARAASLAN CAMPING TESİSLERİ
      • BOLU ALADAĞ KAMP EĞİTİM MERKEZİ (ALADAĞ GENÇLİK İZ...
      • KAMP ALANI: TARIK'IN YERİ
      • TEZEL CAMPING
      • GÜNBATMADAN KAMP ALANI
      • ŞİMŞİRLİK KAMP ALANI VE ALABALIK TESİSLERİ
      • KAMP ALANI: CAMPING VILLAGE ROMA
      • KAMP ALANI: CAMPING HOTEL CITTA Dİ BOLOGNA
      • KAMP ALANI: CAMPING FUSİNA TOURIST VILLAGE
      • KAMP ALANI: DALYAN CAMPING MUĞLA
      • KAMP ALANI: GÖKOVA AKKAYA ORMAN KAMPI
      • KAMP ALANI: ANT CAMPING BALIKESİR
      • KAMP ALANI: GÜZELDERE ŞELALESİ DÜZCE
      • KAMP ALANI: ADA PANSİYON ANTALYA
      • GAZİANTEP'İN ÇIRAĞANI: HIŞVAHAN HAN
      • ZEUGMA
      • MEDENİYETİN BAŞLANGICI: GÖBEKLİTEPE
      • BULUTLAR ÜLKESİ: POKUT YAYLASI
      • ANKARA ULUCANLAR CEZAEVİ
      • GAZİANTEP BEY MAHALLESİ
    • ►  Nisan 2020 ( 44 )
    • ►  Mart 2020 ( 17 )
    • ►  Şubat 2020 ( 73 )
  • ►  2019 ( 258 )
    • ►  Kasım 2019 ( 43 )
    • ►  Ekim 2019 ( 43 )
    • ►  Eylül 2019 ( 53 )
    • ►  Ağustos 2019 ( 6 )
    • ►  Temmuz 2019 ( 2 )
    • ►  Haziran 2019 ( 9 )
    • ►  Mayıs 2019 ( 16 )
    • ►  Nisan 2019 ( 56 )
    • ►  Mart 2019 ( 15 )
    • ►  Şubat 2019 ( 7 )
    • ►  Ocak 2019 ( 8 )
  • ►  2018 ( 51 )
    • ►  Aralık 2018 ( 7 )
    • ►  Kasım 2018 ( 8 )
    • ►  Ekim 2018 ( 7 )
    • ►  Eylül 2018 ( 3 )
    • ►  Temmuz 2018 ( 2 )
    • ►  Haziran 2018 ( 3 )
    • ►  Mayıs 2018 ( 1 )
    • ►  Nisan 2018 ( 4 )
    • ►  Mart 2018 ( 3 )
    • ►  Şubat 2018 ( 5 )
    • ►  Ocak 2018 ( 8 )
  • ►  2017 ( 11 )
    • ►  Aralık 2017 ( 1 )
    • ►  Ekim 2017 ( 10 )

Combine

Horizontal

Vertical1

Vertical2

Gallery

Portfolio

  • Home
  • Features
  • _Multi DropDown
  • __DropDown 1
  • __DropDown 2
  • __DropDown 3
  • _ShortCodes
  • _SiteMap
  • _Error Page
  • Learn Blogging
  • Documentation
  • _Web Documentation
  • _Video Documentation
  • Download This Template

Footer Menu Widget

  • Home
  • About
  • Contact Us

Social Plugin

Contact us

About

Channels

  • abd
  • adana
  • afrika
  • afyon
  • ağva kilimli koyu
  • airport
  • almanya
  • amerika
  • andorra
  • anı harabeleri
  • ankara
  • antalya
  • apostil
  • app
  • araç
  • arkadaş
  • asya
  • Atatürk
  • avrupa
  • avusturya
  • ayder yaylası
  • balıkesir
  • balkanlar
  • bandırma
  • banka
  • bebek
  • belarus
  • bisiklet
  • bisikletli kamp
  • blog
  • blogger
  • bolu
  • bosna hersek
  • bursa
  • card
  • couchsurfing
  • çadır
  • çadır kurulumu
  • çalışmak
  • çıldır gölü
  • çin
  • çin seddi
  • çipli pasaport
  • denizli
  • doğa
  • doğu ekspresi
  • dolar
  • dost
  • dünya
  • e-pasaport
  • elazığ
  • en iyi bölgeler
  • erciyes ekspresi
  • erzurum
  • eskişehir
  • etik
  • euro
  • evcil
  • everest
  • festival
  • fırat ekspresi
  • fotoğrafçılık
  • galata kulesi
  • gecelemek
  • gezi
  • glamping
  • gümüşhane
  • güney kurtalan ekspresi
  • gürcistan
  • güvenilir
  • güvenlik
  • harcama
  • hava durumu
  • havaalanı
  • havalimanı
  • hayvan
  • hindistan
  • hostel
  • ısparta
  • iç anadolu
  • ingiltere
  • interrail
  • isic card
  • istanbul
  • iş
  • izmir
  • jet lag
  • kahvaltı
  • kamp
  • kamp alanı
  • kamp amerika
  • kamp eczanesi
  • kamp ekipman
  • kamp matı
  • kamp mutfağı
  • kanada
  • karadağ
  • karadeniz
  • karavan
  • karavan kampı
  • karesi ekspresi
  • karester yaylası
  • kars
  • kars kalesi
  • kart
  • kasım
  • kastamonu
  • kayak
  • kayak merkezleri
  • kayseri
  • kıbrıs
  • kış
  • kızılcahamam
  • kira
  • kocaeli
  • konaklama
  • kosova
  • kredi kartı
  • kutlama
  • küba
  • kültür
  • kütahya
  • macera
  • makedonya
  • malatya
  • maliyet
  • manzara
  • marmara
  • mil
  • miras
  • moldova
  • osmaniye
  • otel
  • outdoor
  • oyun
  • öğrenci
  • pamukkale
  • para
  • pasaport
  • rehber
  • rize
  • rota
  • rüzgar
  • sabahlamak
  • seyahat
  • sırbistan
  • sırt çantası
  • singapur
  • şile
  • tarih
  • tatil
  • tax free
  • tcdd
  • telefon
  • temizlik
  • tırmanma
  • travel
  • tren
  • türk lirası
  • türkiye
  • ucuz
  • uçak
  • ukrayna
  • uluslararası
  • uygulama
  • uyku tulumu
  • uyumak
  • uzungöl
  • ülke
  • üniversite
  • vanlife
  • vatandaşlık
  • verçenik yaylası
  • vergi
  • vietnam
  • visa
  • vize
  • vizesiz ülkeler
  • wordpress
  • work
  • work and travel
  • world
  • yapıt
  • yaz
  • yedigöller
  • yemek
  • yeşil pasaport
  • yeşillik
  • yurtdışı

Categories

  • abd
  • adana
  • afrika
  • afyon
  • ağva kilimli koyu
  • airport
  • almanya
  • amerika
  • andorra
  • anı harabeleri
  • ankara
  • antalya
  • apostil
  • app
  • araç
  • arkadaş
  • asya
  • Atatürk
  • avrupa
  • avusturya
  • ayder yaylası
  • balıkesir
  • balkanlar
  • bandırma
  • banka
  • bebek
  • belarus
  • bisiklet
  • bisikletli kamp
  • blog
  • blogger
  • bolu
  • bosna hersek
  • bursa
  • card
  • couchsurfing
  • çadır
  • çadır kurulumu
  • çalışmak
  • çıldır gölü
  • çin
  • çin seddi
  • çipli pasaport
  • denizli
  • doğa
  • doğu ekspresi
  • dolar
  • dost
  • dünya
  • e-pasaport
  • elazığ
  • en iyi bölgeler
  • erciyes ekspresi
  • erzurum
  • eskişehir
  • etik
  • euro
  • evcil
  • everest
  • festival
  • fırat ekspresi
  • fotoğrafçılık
  • galata kulesi
  • gecelemek
  • gezi
  • glamping
  • gümüşhane
  • güney kurtalan ekspresi
  • gürcistan
  • güvenilir
  • güvenlik
  • harcama
  • hava durumu
  • havaalanı
  • havalimanı
  • hayvan
  • hindistan
  • hostel
  • ısparta
  • iç anadolu
  • ingiltere
  • interrail
  • isic card
  • istanbul
  • iş
  • izmir
  • jet lag
  • kahvaltı
  • kamp
  • kamp alanı
  • kamp amerika
  • kamp eczanesi
  • kamp ekipman
  • kamp matı
  • kamp mutfağı
  • kanada
  • karadağ
  • karadeniz
  • karavan
  • karavan kampı
  • karesi ekspresi
  • karester yaylası
  • kars
  • kars kalesi
  • kart
  • kasım
  • kastamonu
  • kayak
  • kayak merkezleri
  • kayseri
  • kıbrıs
  • kış
  • kızılcahamam
  • kira
  • kocaeli
  • konaklama
  • kosova
  • kredi kartı
  • kutlama
  • küba
  • kültür
  • kütahya
  • macera
  • makedonya
  • malatya
  • maliyet
  • manzara
  • marmara
  • mil
  • miras
  • moldova
  • osmaniye
  • otel
  • outdoor
  • oyun
  • öğrenci
  • pamukkale
  • para
  • pasaport
  • rehber
  • rize
  • rota
  • rüzgar
  • sabahlamak
  • seyahat
  • sırbistan
  • sırt çantası
  • singapur
  • şile
  • tarih
  • tatil
  • tax free
  • tcdd
  • telefon
  • temizlik
  • tırmanma
  • travel
  • tren
  • türk lirası
  • türkiye
  • ucuz
  • uçak
  • ukrayna
  • uluslararası
  • uygulama
  • uyku tulumu
  • uyumak
  • uzungöl
  • ülke
  • üniversite
  • vanlife
  • vatandaşlık
  • verçenik yaylası
  • vergi
  • vietnam
  • visa
  • vize
  • vizesiz ülkeler
  • wordpress
  • work
  • work and travel
  • world
  • yapıt
  • yaz
  • yedigöller
  • yemek
  • yeşil pasaport
  • yeşillik
  • yurtdışı

PGA Head Teaching Professional

Fotoğrafım
erenardaguler
Profilimin tamamını görüntüle

Channels

  • abd
  • adana
  • afrika
  • afyon
  • ağva kilimli koyu
  • airport
  • almanya
  • amerika
  • andorra
  • anı harabeleri
  • ankara
  • antalya
  • apostil
  • app
  • araç
  • arkadaş
  • asya
  • Atatürk
  • avrupa
  • avusturya
  • ayder yaylası
  • balıkesir
  • balkanlar
  • bandırma
  • banka
  • bebek
  • belarus
  • bisiklet
  • bisikletli kamp
  • blog
  • blogger
  • bolu
  • bosna hersek
  • bursa
  • card
  • couchsurfing
  • çadır
  • çadır kurulumu
  • çalışmak
  • çıldır gölü
  • çin
  • çin seddi
  • çipli pasaport
  • denizli
  • doğa
  • doğu ekspresi
  • dolar
  • dost
  • dünya
  • e-pasaport
  • elazığ
  • en iyi bölgeler
  • erciyes ekspresi
  • erzurum
  • eskişehir
  • etik
  • euro
  • evcil
  • everest
  • festival
  • fırat ekspresi
  • fotoğrafçılık
  • galata kulesi
  • gecelemek
  • gezi
  • glamping
  • gümüşhane
  • güney kurtalan ekspresi
  • gürcistan
  • güvenilir
  • güvenlik
  • harcama
  • hava durumu
  • havaalanı
  • havalimanı
  • hayvan
  • hindistan
  • hostel
  • ısparta
  • iç anadolu
  • ingiltere
  • interrail
  • isic card
  • istanbul
  • iş
  • izmir
  • jet lag
  • kahvaltı
  • kamp
  • kamp alanı
  • kamp amerika
  • kamp eczanesi
  • kamp ekipman
  • kamp matı
  • kamp mutfağı
  • kanada
  • karadağ
  • karadeniz
  • karavan
  • karavan kampı
  • karesi ekspresi
  • karester yaylası
  • kars
  • kars kalesi
  • kart
  • kasım
  • kastamonu
  • kayak
  • kayak merkezleri
  • kayseri
  • kıbrıs
  • kış
  • kızılcahamam
  • kira
  • kocaeli
  • konaklama
  • kosova
  • kredi kartı
  • kutlama
  • küba
  • kültür
  • kütahya
  • macera
  • makedonya
  • malatya
  • maliyet
  • manzara
  • marmara
  • mil
  • miras
  • moldova
  • osmaniye
  • otel
  • outdoor
  • oyun
  • öğrenci
  • pamukkale
  • para
  • pasaport
  • rehber
  • rize
  • rota
  • rüzgar
  • sabahlamak
  • seyahat
  • sırbistan
  • sırt çantası
  • singapur
  • şile
  • tarih
  • tatil
  • tax free
  • tcdd
  • telefon
  • temizlik
  • tırmanma
  • travel
  • tren
  • türk lirası
  • türkiye
  • ucuz
  • uçak
  • ukrayna
  • uluslararası
  • uygulama
  • uyku tulumu
  • uyumak
  • uzungöl
  • ülke
  • üniversite
  • vanlife
  • vatandaşlık
  • verçenik yaylası
  • vergi
  • vietnam
  • visa
  • vize
  • vizesiz ülkeler
  • wordpress
  • work
  • work and travel
  • world
  • yapıt
  • yaz
  • yedigöller
  • yemek
  • yeşil pasaport
  • yeşillik
  • yurtdışı

Subscribe To Sarah Bennett Blog

Kayıtlar
Atom
Kayıtlar
Tüm Yorumlar
Atom
Tüm Yorumlar

Slider Widget

5/recent/slider

CATEGORIES

  • abd
  • adana
  • afrika
  • afyon
  • ağva kilimli koyu
  • airport
  • almanya
  • amerika
  • andorra
  • anı harabeleri
  • ankara
  • antalya
  • apostil
  • app
  • araç
  • arkadaş
  • asya
  • Atatürk
  • avrupa
  • avusturya
  • ayder yaylası
  • balıkesir
  • balkanlar
  • bandırma
  • banka
  • bebek
  • belarus
  • bisiklet
  • bisikletli kamp
  • blog
  • blogger
  • bolu
  • bosna hersek
  • bursa
  • card
  • couchsurfing
  • çadır
  • çadır kurulumu
  • çalışmak
  • çıldır gölü
  • çin
  • çin seddi
  • çipli pasaport
  • denizli
  • doğa
  • doğu ekspresi
  • dolar
  • dost
  • dünya
  • e-pasaport
  • elazığ
  • en iyi bölgeler
  • erciyes ekspresi
  • erzurum
  • eskişehir
  • etik
  • euro
  • evcil
  • everest
  • festival
  • fırat ekspresi
  • fotoğrafçılık
  • galata kulesi
  • gecelemek
  • gezi
  • glamping
  • gümüşhane
  • güney kurtalan ekspresi
  • gürcistan
  • güvenilir
  • güvenlik
  • harcama
  • hava durumu
  • havaalanı
  • havalimanı
  • hayvan
  • hindistan
  • hostel
  • ısparta
  • iç anadolu
  • ingiltere
  • interrail
  • isic card
  • istanbul
  • iş
  • izmir
  • jet lag
  • kahvaltı
  • kamp
  • kamp alanı
  • kamp amerika
  • kamp eczanesi
  • kamp ekipman
  • kamp matı
  • kamp mutfağı
  • kanada
  • karadağ
  • karadeniz
  • karavan
  • karavan kampı
  • karesi ekspresi
  • karester yaylası
  • kars
  • kars kalesi
  • kart
  • kasım
  • kastamonu
  • kayak
  • kayak merkezleri
  • kayseri
  • kıbrıs
  • kış
  • kızılcahamam
  • kira
  • kocaeli
  • konaklama
  • kosova
  • kredi kartı
  • kutlama
  • küba
  • kültür
  • kütahya
  • macera
  • makedonya
  • malatya
  • maliyet
  • manzara
  • marmara
  • mil
  • miras
  • moldova
  • osmaniye
  • otel
  • outdoor
  • oyun
  • öğrenci
  • pamukkale
  • para
  • pasaport
  • rehber
  • rize
  • rota
  • rüzgar
  • sabahlamak
  • seyahat
  • sırbistan
  • sırt çantası
  • singapur
  • şile
  • tarih
  • tatil
  • tax free
  • tcdd
  • telefon
  • temizlik
  • tırmanma
  • travel
  • tren
  • türk lirası
  • türkiye
  • ucuz
  • uçak
  • ukrayna
  • uluslararası
  • uygulama
  • uyku tulumu
  • uyumak
  • uzungöl
  • ülke
  • üniversite
  • vanlife
  • vatandaşlık
  • verçenik yaylası
  • vergi
  • vietnam
  • visa
  • vize
  • vizesiz ülkeler
  • wordpress
  • work
  • work and travel
  • world
  • yapıt
  • yaz
  • yedigöller
  • yemek
  • yeşil pasaport
  • yeşillik
  • yurtdışı

Advertisement

Main Ad

Trend Tags

  • abd
  • adana
  • afrika
  • afyon
  • ağva kilimli koyu
  • airport
  • almanya
  • amerika
  • andorra
  • anı harabeleri
  • ankara
  • antalya
  • apostil
  • app
  • araç
  • arkadaş
  • asya
  • Atatürk
  • avrupa
  • avusturya
  • ayder yaylası
  • balıkesir
  • balkanlar
  • bandırma
  • banka
  • bebek
  • belarus
  • bisiklet
  • bisikletli kamp
  • blog
  • blogger
  • bolu
  • bosna hersek
  • bursa
  • card
  • couchsurfing
  • çadır
  • çadır kurulumu
  • çalışmak
  • çıldır gölü
  • çin
  • çin seddi
  • çipli pasaport
  • denizli
  • doğa
  • doğu ekspresi
  • dolar
  • dost
  • dünya
  • e-pasaport
  • elazığ
  • en iyi bölgeler
  • erciyes ekspresi
  • erzurum
  • eskişehir
  • etik
  • euro
  • evcil
  • everest
  • festival
  • fırat ekspresi
  • fotoğrafçılık
  • galata kulesi
  • gecelemek
  • gezi
  • glamping
  • gümüşhane
  • güney kurtalan ekspresi
  • gürcistan
  • güvenilir
  • güvenlik
  • harcama
  • hava durumu
  • havaalanı
  • havalimanı
  • hayvan
  • hindistan
  • hostel
  • ısparta
  • iç anadolu
  • ingiltere
  • interrail
  • isic card
  • istanbul
  • iş
  • izmir
  • jet lag
  • kahvaltı
  • kamp
  • kamp alanı
  • kamp amerika
  • kamp eczanesi
  • kamp ekipman
  • kamp matı
  • kamp mutfağı
  • kanada
  • karadağ
  • karadeniz
  • karavan
  • karavan kampı
  • karesi ekspresi
  • karester yaylası
  • kars
  • kars kalesi
  • kart
  • kasım
  • kastamonu
  • kayak
  • kayak merkezleri
  • kayseri
  • kıbrıs
  • kış
  • kızılcahamam
  • kira
  • kocaeli
  • konaklama
  • kosova
  • kredi kartı
  • kutlama
  • küba
  • kültür
  • kütahya
  • macera
  • makedonya
  • malatya
  • maliyet
  • manzara
  • marmara
  • mil
  • miras
  • moldova
  • osmaniye
  • otel
  • outdoor
  • oyun
  • öğrenci
  • pamukkale
  • para
  • pasaport
  • rehber
  • rize
  • rota
  • rüzgar
  • sabahlamak
  • seyahat
  • sırbistan
  • sırt çantası
  • singapur
  • şile
  • tarih
  • tatil
  • tax free
  • tcdd
  • telefon
  • temizlik
  • tırmanma
  • travel
  • tren
  • türk lirası
  • türkiye
  • ucuz
  • uçak
  • ukrayna
  • uluslararası
  • uygulama
  • uyku tulumu
  • uyumak
  • uzungöl
  • ülke
  • üniversite
  • vanlife
  • vatandaşlık
  • verçenik yaylası
  • vergi
  • vietnam
  • visa
  • vize
  • vizesiz ülkeler
  • wordpress
  • work
  • work and travel
  • world
  • yapıt
  • yaz
  • yedigöller
  • yemek
  • yeşil pasaport
  • yeşillik
  • yurtdışı

Pages

  • EV
  • EV
  • EV

Most Trending

  • "Babam Beni Şah Damarımdan Öptü" - Ozan Önen
       İnsan, babası hayattayken, sanki tüm babalar hayattaymış gibi bir yanılgıya; babası öldüğündeyse sanki sadece kendi babası ölmüş gibi bir...
  • "Kadın Yok Savaşın Yüzünde" - Svetlana Aleksiyeviç
     İnsan savaştan büyük...     Büyük olduğu sahneler akılda kalan. Savaşta insanı yönlendiren bir şey var ki tarihten bile güçlü. Daha derinde...
  • Tolstoy - Polikuşka
     Tam da o sırada Yegor Mihayloviç konağın kapısında gözüktü. Şapkalar art arda başlardan alındı, kâhya yaklaştıkça ortasından, önünden dazla...
  • Rebecca Solnit - Karanlıktaki Umut
      Neden-sonuç ilişkisi tarihin ileri doğru hareket ettiğini varsayar ama tarih bir orduya benzemez. Tarih, yanlamasına seğirten bir yengeç, ...
  • "İpekli Mendil" - Sait Faik Abasıyanık
    Vakit geçiyor. Gün akşama, akşam geceye dönüyor ve bütün bunlara kuşlar şahit, gök şahit, insan şahit. Yaşlanıyoruz. Sait Faik nasıl anlatıy...
  • ŞİMŞİRLİK KAMP ALANI VE ALABALIK TESİSLERİ
    Ulaşım Düzce merkezine, İstanbul yada Ankara'dan otoban yoluyla ulaşmak mümkün. İstanbul - Düzce otoban çıkışı 210 km. Merkeze ulaştığın...
  • UKRAYNA'YA GİTMEK
    ARABA İLE GİTMEK… Mail kutuma yoğun bir şekilde gelen bir diğer soru, Ukrayna’ya araba ile gitmek. Her ne kadar Ukrayna’ya araba ile yolculu...
  • "Pan" - Knut Hamsun
     Üçüncü Demir Gece; olanca gerginlik içinde bir gece. Hiç değilse biraz don olsaydı! Don yerine gündüzün güneşinden kalma bir sıcaklık; ılık...
  • "Şizodüş" - Merve Sevde Selvi
    Akşam oluyor. Şehrin üstüne karanlık inerken daralan göğsümü, dünyanın muhtelif yerlerindeki gün doğumlarını düşünerek geniş tutuyorum. Masa...
  • KAMP MATI NEDİR VE NASIL SEÇİLİR?
    Özellikle uzun süre yürüyerek seyahat ederken yaptığım doğa kampları sırasında karşılaştığım en keyif bozucu durum kamp çadırını kuracak uyg...

Featured Posts

About Me


I could look back at my life and get a good story out of it. It's a picture of somebody trying to figure things out. Great things in business are never done by one person. They’re done by a team of people.

Popular Posts

  • DARIDERE KAMP ALANI
  • Marcel Proust - Lemoine Vakası
  • "Babam Beni Şah Damarımdan Öptü" - Ozan Önen

Advertisement

Designed By OddThemes | Distributed By Blogger Templates