"Bozkırda Bir Kral Lear" - Ivan Sergeyeviç Turgenyev


İyi hissetmediğimiz bütün günlerin sorumlusu gri şehirlerdir belki de. Kalabalıklar, binalar, upuzun caddeler... Turganyev, "Zaman bazen kuş gibi uçar bazen de solucan gibi sürünerek geçer; ama insan en çok zamanın ağır mı yoksa çabuk mu geçtiğini fark etmediği vakit kendini iyi hisseder." der. Yemyeşil ormanlar, çağlayan ırmaklar yahut bir göl kenarı, belki de uzun bir kıyı ve deniz, sevgili okur. Öyle yerler düşlüyor ki insan, ne günlerin önemi vardır orada ne saatlerin.

                                                   💮


Ekim ayının ortasında, benim Martin Petroviç’le görüşmemden üç hafta sonra, evimizin ikinci katında olan odamın penceresinin kıyısında oturuyordum; hiçbir şey düşünmeden, avluyu ve ona uzanan yolu seyrediyordum. Hava beş gündür kötüydü; avı düşünmek bile olanaksızdı. Canlı her şey gözden kaybolmuştu; serçeler bile susmuş, kargalar çoktan gitmişti. Rüzgâr boğuk bir sesle uluyor, kesik kesik ıslık çalıyordu; basık, ışıksız gök tatsız bir beyaz renkten uğursuz, kurşuni bir renge dönmüştü ve yağan, acımasızca ve durmaksızın yağan yağmur birden daha da güçlenmiş, daha da keskinleşmiş ve kırbaç gibi camlara vuruyordu. Ağaçlar tümüyle soyunmuştu ve gri bir renk almışlardı; artık onlardan alınacak bir şey yoktu, ama rüzgar hayır-hayır diyerek yine de saldırıyordu onlara. Her yerde ölü yapraklarla kaplanmış su birikintileri vardı; sürekli patlayan ve tekrar toplanan iri baloncuklar gezinip üzerlerlerini ışıldatıyordu. Yollardaki çamur aşılmaz bir hal almıştı. Soğuk odalara, elbiselerin altına, hatta kemiklere kadar sızıyordu; ister istemez bir ürperti sarıyordu insanın bedenini ve ruh nasıl da kötü bir haldeydi! Tam anlamıyla kötü, hüzünlü değil. Sanki yeryüzünde bir daha ne güneş, ne ışıltı, ne renk olacaktı, sanki sonsuza dek bu ıslaklık ve çamur, gri balçık ve nemli sis olacaktı ve rüzgâr sonsuza dek esip üfürecekti! İşte pencerenin kıyısında böyle düşüncelerle oturuyordum ve hatırlıyorum: Karanlık birdenbire çöktü, mavimsi bir karanlık, saatler daha on ikiyi gösterdiği halde. Birden avlumuzu geçerek, kapıdan verandaya doğru bir ayının yaklaştığını gördüm! Doğrusu, dört ayağı üzerinde değildi, ama onu iki ayağı üzerine kalkmış olarak tasvir ettikleri gibiydi. Gözlerime inanamadım. Eğer gördüğüm şey bir ayı değilse, her koşulda devasa, kara, tüylü bir şeydi… Ne olabileceğini anlayamamıştım, aşağıda kapı çalındı. Sanki hiç beklenmedik, korkunç bir şey evimize doğru geliyordu. Bir kargaşa, bir koşuşturma başladı…
   Hemen merdivenlere yöneldim, salona indim…
   Salonun kapısında, yüzü bana dönük olarak, olduğu yere çivilenmiş gibi annem duruyordu; arkasında birtakım korkmuş kadın yüzleri vardı; kahyası, iki uşak ve ağzını hayretten ardına dek açmış çocuk, girişteki kapıya toplanmışlardı; salonun ortasında duran, çamurla kaplı, karman çorman, yırtık pırtık, ıslak -o kadar ıslak ki üzerinden buhar çıkıyor ve yere sular akıyordu-, dizlerinin üstüne çökmüş, yavaş yavaş sallanan ve kıpırtısız kalan şeyi benim avluyu geçerken gördüğüm canavarın ta kendisiydi! Peki kim olabilirdi bu canavar? Harlov! Yanına geçip baktım, yüzüne değil, iki eliyle tuttuğu karman çorman saçla kaplı başına. Ağıt ağır, kesik kesik nefes alıyordu; sanki göğsünde bir şey hırıldıyordu ve bütün bu sırılsıklam karanlık kütlede açık seçik görünen şey, küçücük gözlerin vahşice dolanan beyazıydı. Korkunçtu! Aklıma bir zamanlar onu bir mastodonla karşılaştırdığı için perişan ettiği bahçıvan geldi. Ancak, ebedi düşmanı olan daha güçlü bir vahşi hayvandan kurtulmuş tarihöncesi bir hayvan tam olarak böyle görünebilirdi.
   “Martin Petroviç!” diye haykırdı sonunda annem ve kollarını uzattı. “Bu sen misin? Tanrım, yüce Tanrım!”

                                                     💮

Ivan Sergeyeviç Turgenyev - Bozkırda Bir Kral Lear

Çevirmen: Sabri Gürses, Kırmızı Kedi Yayınları, s.81-83

0 Comments