DENEME BLOGU
  • Home
  • Download
  • Social
  • Features
    • Lifestyle
    • Sports Group
      • Category 1
      • Category 2
      • Category 3
      • Category 4
      • Category 5
    • Sub Menu 3
    • Sub Menu 4
  • Contact Us

Wieder, Yunus Peygamber balinanın içinden nasıl geçtiyse öyle geçti bulutun içinden. Hava gösterisinin seyircileri, bir süre onun gümbür gümbür tekrar ortaya çıkmasını beklediler. Birkaçı huzursuzlandı, sanki pilot onları bilerek bekletiyor gibiydi, orada. Capitán Lindstrom uçuş pistinin geçici olarak yapılmış tribünlerinde öylece oturmuş, kendilerine şiir değil sadece yağmur sunacak gökyüzüne bakıyorlardı dikkatle. Ötekiler, çoğunluk, yerlerinden kalkmak, yaşlı kemiklerinin uyuşukluğunu gidermek, bacaklarını uzatmak, selamlaşmak, bir araya gelip sonra, her seferinde birinin lafını bitirmesine firsat vermeden hızla dağılan, son dedikoduların, yeni görevlerin, terfilerin ve ülkenin karşı karşıya kaldığı en acil sorunların tartışıldığı küçük gruplara katılmak için, bu oyun arasından istifade ettiler.  En genç, en hevesli olanlar, en son saldırdılar ve en son nişanlılar hakkında yorum yapmaya koyuldular. Hatta Wieder'e körü körüne bağlı olanlar bile, sessizce uçağın yeniden ortaya çıkmasını beklemek ya da o bomboş meşum gökyüzünün yüzlerce farklı biçimi hakkında fikirler yürütmek yerine, Şili sanatıyla, Şili şiiriyle pek bir alakası olmayan, gündelik hayat meselelerini konuşmaya başladılar.
   Wieder, uçuş pistinden uzakta, Santiago'nun kenar mahallelerinden birinde çıktı ortaya. İlk dizesini orada yazdı: Ölüm dostluktur. Sonra demiryollarına ait bazı depoların ve terk edilmiş fabrikalara benzeyen ama sokaklar arasında karton sürükleyen insanların, evleri ayıran çitlere tırmanan çocukların, köpeklerin seçildiği yerlerin üstünden uçtu. Solda, saat dokuz yönünde, birbirlerinden tren yoluyla ayrılan, mantar gibi bitmiş uçsuz bucaksız iki yerleşim yerini fark etti. İkinci dizesini yazdı: Ölüm Şili'dir. Sonra, saat üç yönünde döndü ve merkeze doğru yöneldi. Çok geçmeden anacaddeler, solgun renkli yılanlar ve merdivenler ağı, Real Nehri, hayvanat bahçesi, yoksul Santiago'luların gururu olan binalar göründü. Bir şehrin havadan görünüşü, Wieder'in de kısmen hafızasına kaydettiği gibi, düşünülenin aksine, parçalanmaya meyilli, yırtık pırtık bir fotoğrafa benzer: parça parça, oynak bir maske. La Moneda üstünde, üçüncü dizesini yazdı: Ölüm sorumluluktur. Bazı yayalar gördü yazıyı, karanlık ve tehditkâr gökyüzünde kesik kesik çıkan çarpuk çurpuk bir yazıydı. Pek azı kelimeleri sökebildi: Rüzgar birkaç saniye içinde bozuyordu harfleri. Bir ara birisi onunla telsiz bağlantısı kurmak istedi. Wieder çağrıya yanıt vermedi. Ufukta, saat on bir yönünde on birde, onu aramaya gelen iki helikopterin siluetini gördü. Onlar yaklaşıncaya kadar daireler çizdi, sonra göz açıp kapayıncaya kadar onlardan uzaklaştı. Uçuş pistine dönüş yolunda, dördüncü ve beşinci dizeleri yazdı: Ölüm aşktır ve Ölüm gelişmedir.

Roberto Bolaño - Uzak Yıldız

Çeviren: Zerrin Yanıkkaya, Can Yayınları, s.87-88



 Zil çaldı. Ron ve Hermione atışa çekişe öne geçip Sihir Tarihi dersinin yolunu tuttular. 
   Sihir Tarihi, ders programlarındaki en ruhsuz dersti. Hocası Profesör Binns'de hayalet olan tek öğretmenleriydi. Sınıflarındaki tek heyecanlı şey, sınıfa kara tahtadan girmesinden ibaretti. Çoğu kişi çok yaşlı ve buruş buruş olan Binns'in öldüğünü fark etmediğini söylerdi. Bir gün ders vermek için ayağa kalkmış, bedeninin öğretmenler odasının şöminesinin önündeki koltukta bırakmıştı. Günlük temposu bundan sonra da hiç mi hiç değişmemişti. 
   Bugün de her zamanki kadar sıkıcıydı. Profesör Binns notlarını açtı ve eski bir elektrikli süpürge gibi yavan, yeknesak bir sesle okumaya başladı. Derken sınıftaki hemen hemen herkes sersemleşti. Bazen bir isim ya da tarihi yazmalarına yetecek kadar bir süreyle kendilerine geliyor ve sonra da yeniden uykuya dalıyorlardı. Profesör yarım saattir konuşuyordu ki, daha önce hiç görülmedik bir şey oldu. Hermione elini kaldırdı. 
   Profesör Binns, 1289 Uluslar Arası Büyücüler Konvansiyonu üzerine öldüresiye kasvet verici bir nutkun orta yerinde kafasını kaldırıp ona baktı.
   "Miss... şey..." 
   "Granger, Profesör," dedi Hermione, berrak bir sesle. "Acaba bize Sırlar Odası hakkında bir şeyler anlatabilir misiniz diye merak ediyordum." 
   Ağzı açık oturmuş, pencereden dışarısını seyreden Dean Thomas zıplayarak transından kurtuldu. Lavender Brown başını kollarından kaldırdı, Neville'in dirseği sıradan kaydı. 
   Profesör Binns gözlerini kırpıştırdı.
   Kuru, hırıltılı sesiyle, "Benim dersim Sihir Tarihi," dedi. "Ben olgularla uğraşırım, Miss Granger, mitlerle ve efsanelerle değil." Tebeşir kırılır gibi küçük bir sesle boğazını temizleyip devam etti: " O yılın eylül ayında, Sardunyalı büyücülerden oluşan bir alt-komite..."
   Kekeleyerek durdu. Hermione'nin eli gene havada sallanıyordu. 
   "Miss Grant?"
   "Lütfen, efendim, efsanelerin temeli hep olgularda değil midir?"
   Profesör Binns ona öyle hayretle bakıyordu ki, Harry daha önce diri ya da ölü hiçbir öğrencinin onun sözünü kesmediğinden emin oldu.
   Profesör Binns ağır ağır, "Şeyy," dedi, "evet sanırım böyle bir iddiada bulunulabilir." Hermione'ye, sanki daha önce hiçbir öğrenciyi doğru dürüst görmemiş gibi baktı. "Ancak, sözünü ettiğiniz efsane son derece sansasyonel, hatta gülünç bir hikâye...' 
   Ama şimdi bütün sınıf Profesör Binns'in her kelimesini can kulağıyla dinliyordu. Donuk gözlerle hepsine baktı hepsinin yüzü ona çevriliydi. Harry onun böylesine sıradışı bir ilgi gösterisi karşısında neye uğradığını şaşırmasını anlayabiliyordu.
   Yavaşça, "Ah, evet..." dedi. "Bir bakayım... Sırlar Odası..." 
   "Tabii, hepiniz Hogwarts'ın bin yılı aşkın süre önce - tam tarihi bilinmiyor - dönemin en büyük cadıları ve büyücüleri tarafından kurulduğunu biliyorsunuz. Dört okul binasına onların adı verildi: Goric Gryffindor, Helga Hufflepuff, Rowena Ravenclaw ve Salazar Slytherin. Bu şatoyu birlikte yaptılar, meraklı Meggle gözlerinden uzakta. Çünkü o çağ, sıradan insanların sihirden korktuğu, cadılarla büyücülerin de fazlasıyla cezalandırıldığı bir çağdı." 
   Durup, sulanmış gözlerini odada gezdirdi ve devam etti: "Kurucular birkaç yıl uyum içinde çalıştılar, sihre yatkınlık gösteren gençler bulup onları eğitmek için şatoya getirdiler. Ama sonra aralarında anlaşmazlık çıktı. Slytherin ile diğerleri arasındaki uçurum büyümeye başladı. Slytherin, Hogwarts'a kabul edilen öğrenciler konusunda daha seçici  davranılmasını istiyordu. Sihir öğreniminin sadece özbeöz sihirbaz aileler arasında kalması gerektiğine inanıyordu. Muggle anne babası olan çocukları almaktan hoşlanmıyordu, çünkü onların güvenilir olduklarına inanmıyordu. Bir süre sonra bu konu üzerinde Slytherin'le Gryffindor arasında ciddi bir tartışma patlak verdi ve Slytherin okuldan ayrıldı."
   Profesör Binns yeniden duraklayarak dudaklarını büzdü, kırışmış yaşlı bir tosbağaya benziyordu.
   "Güvenilir tarihsel kaynaklar bu kadarını söylüyor, ama bu dürüst olgular Sırlar Odası'nın gerçek dışı efsanesinin gölgesinde kaldı. Hikâyeye bakılırsa, Slytherin şatoda gizli bir oda inşa etmişti ve diğerleri bu konuda hiçbir şey bilmiyordu. 
   "Efsaneye göre, Slytherin kendi hakiki vârisi okula gelene kadar başka kimse açamasın diye Sırlar Odası'nı mühürledi. Oda'nın mührünü ancak vâris açabilecek, içerdeki dehşeti o dışarı salıverecek ve bununla, okulu sihir çalışmaya layık olmayanlardan arındıracaktı."
   O, hikâyeyi anlatmayı bitirince bir sessizlik oldu, ama bu, Profesör Binns'in sınıflarını dolduran o bildik, uykulu sessizlik değildi. Herkes, bir şeyler daha anlatır diye umarak ona bakmayı sürdürürken, havada tedirginlik seziyordu. Profesör Binns biraz sinirlenmiş görünüyordu.
   "Saçmalığın daniskası, elbette," dedi. "Okul, doğal olarak, böyle bir adamın varlığını kanıtlamak için en bilgin cadılar ve büyücüler tarafından defalarca arandı. Öyle bir oda yok. Kolay aldananları korkutmak için anlatılan bir hikâye." 
   Hermione'nin eli yeniden havaya kalkmıştı.

J. K. Rowling - Harry Potter ve Felsefe Taşı

Çeviren: Ülkü Tamer, Yapı Kredi Yayınları, s.153-155



  Her neyse, hepsi rahmetli oldu artık, haklarında daha fazla konuşmak yahut ileri geri birtakım şeyler söylemek pek doğru değil . Ölülerin arkasından konuşulmaz biliyorsun, çünkü bir ölünün sessizliği, yeryüzünde yapılan konuşmaların topundan daha fazla ve daha derin bir şeydir. Ayrıca, ölüden hüküm kalkar, malûm. Bu sebeple, rahat bırakalım adamları; onlar günahlarıyla, sevaplarıyla toprağın altındalar şimdi... Gördüğün gibi, atlıların dönüşünü bekleyen o kalabalığın içindeki küçük kız da işte senin karşında beli bükülmüş, ak saçlı bir ihtiyar olarak duruyor. Biliyor musun, yıllar evvel orada iki koca gün boyunca beklerken nedense sık sık karnım acıkmıştı benim ve kalabalığın arasında kim olduğunu hatırlamadığım birileri de ben acıktım dedikçe elime yufka dürümü vermişti. Yufka dürümü dedim de aklıma geldi bak, akşama ne yaptın a güzel kızım, yemeğin filan hazır mı? 
   Hazır, dedi Nurgül Hanım; doğrusunu istersen öğleden bu yana ne yapacağımı bilemedim ben, öte evzindim beri gavzındım, sonunda kuru fasulyede karar kıldım. Yanına da pilav, turşu ve kaşık helvası. 
   Pek güzel, dedi Ebecik gözlerini elindeki tespihe çevirerek; güzel olmasına güzel de, kuru fasulye böyle şaştım aşı gibi aniden pişirilmez ki, ona bir gün evvelden karar vermek lâzım. Çok değil, sadece bir taşım kaynatacaksın akşamdan, sonra aynı suyun içinde öylece dinlenmeye bırakacaksın. Ertesi gün mutlaka atacaksın o suyu, çünkü zerre kadar yararı yoktur insana; hem gaz yapar hem de yemeği bulanık gösterip fasulyelerin ışıltısını karartarak onların göz zevkimize hitap etmelerini engeller. Efendime söyleyeyim, işte suyunu süzdükten sonra fasulyeyi güzelce yıkayacak, üzerine üç parmak geçecek kadar su ilave edecek, ardından da kısık ateşte yeniden kaynatacaksın ama bu noktada kaynama ritmine bilhassa dikkat edeceksin. Biliyorsun, her yemeğin farklı bir kaynama ritmi vardır; bulgur hanım-budu, hanım-budu, hanım-budu  diye ses çıkarmalı mesela. Dolma ve sarma da, fakir-siki, fakir-siki fakir-siki diye. Ateşin ayarını tutturamaz da şayet bu yemeklere daha başka sesler çıkartırsan, imkânı yok iyi bir netice alamazsın. 

Hasan Ali Toptaş - Heba

Everest Yayınları, s.78-79



  Korkunç! Ama belki de on dakika önce karşılaşmaları yetecekken bu kadını yitirmek de korkunç. Bir memura sormak için ondan uzaklaşıyor (hayır, Fransa treni değil bu), sonra ona dönüyor, koşuyor neredeyse. Bu sırada, rıhtımın ötesinde başka bir tren beliriyor. Solange'ın vagonu duruncaya dek kaç saniye geçer? Otuz beş mi? Otuz beş saniyede Aztek tipinden bir yabancı kıza yaklaşılır da "Tanrı aşkına izin verin de sizi gene göreyim, bana bir randevu verin!" diyebilir mi? Bunu söylerken, vb... vb... için bakışına yeterince etkinlik, yalvarış, içtenlik, güven, vb. vb. katabilir mi? Bunu (sapkınlık karışıyor işin içine), Solange orada, iki yüz metrede, yüz metrede bakışının erimindeyken yapmak isterdi. "Tanrım! Tanrım! nasıl istiyorum onunla sevişmeyi! Tanrım, bana bir akıl ver! Tanrım, bana yardım et!" (Düşüncesinde diz çöküyor.) "Bütün ömrümce" diye mırıldanıyor, "bütün ömrümce mutlu edeceğim onu." Tren peron boyunca kayıyor. Costals deliye dönüyor. "Demek onu elde edemeyeceğim!" Gözyaşına yakın bir şeyler yürüyor gözlerine. Dönüyor, öfkeli, umutsuz, Solange'a kızgın, bilinmedik kızdan uzaklaşıyor. Bari onu bir daha görmese! Bir daha hiç görmese bu yüzü! Onu unutabilse! İşte bir vagon penceresinde başka bir yüz, dün az önceki Cenovalı kız gibi adanmış toprak, bugün fazla elde edilmiş, fazla .senli benli, fakat sıradan... Matmazel Dandillot, sevinç İçinde, güven içinde, kendisini buraya çağırmış olanı bulduğu şu anda, onun kendisini nasıl aldattığını, kendisine nasıl ihanet ettiğini, hatta nasıl lanet ettiğini hiçbir zaman bilemeyecek. 
   Kalabalık içinde kısa bir öpüş kondurdu yanağına, bir koca öpüşü. Sonra bir bahane bulmak istercesine bir hamal arıyordu, —gereksiz bir şeydi bu, Solange yalnızca küçük bir okullu çantasıyla gelmişti- çünkü ona ne diyeceğini bilemiyordu.
   Otele girdikleri zaman, holde bir sıkılma, bir soğukluk oldu. Geçen gün, içeriye girince, sırf "Bir daire tutabilir miyim?" diye sorma biçimiyle nefret uyandırmıştı. 
   Solange kâğıdın üzerine eğilmişti. Costals, "Onu yalan söylerken görmek hoşuma gider" diye düşündü. Solange Costals diye yazacağını biliyordu. Genç kızın yüzü güzel, ciddiydi. Otel müdürü, yazışına dikkatle bakıyordu. Kapıcı ile küçük uşak, alçak sesle bir şeyler konuştular. 
   Merdivende, hoşnutlukla: 
   "Melekler gibi yalan söylüyorsunuz" diye mırıldandı. "Bunu yapamayacaksınız diye korkuyordum, yalan söyleyememek gerçek gerçek bir hastalıktır." 
   "Umursamadığım kimseleri aldatabilirim. Sevdiğim birini aldatamazdım." 
   "Evet, ben de aldatamam. Ama yarım sevdiğim birini aldatabilirim." 

Henry de Montherlant - İyilik Şeytanı

Çeviren: Tahsin Yücel, Alkım Kitap, s.128-129



"Meksika derhal buraya getirmek üzere şair Neruda'nın ve ailesinin emrine uçak tahsis etmiştir," diye ezbere okudu Mario, artık duyulmadığından emin olarak.
   Neruda'nın eli pencere tokmağının üzerinde titriyordu, belki de pencereyi açmak istiyor, ama aynı zamanda sanki damarlarında dolaşan ve ağzını salyayla dolduran o aynı yoğun maddeyi kasılmış parmaklarının arasında tutuyordu. Helikopterlerin pervanelerinin deniz üstündeki yansımasını parçalayan ve gümüş rengi balıkları ışıltılı bir bulut şeklinde etrafa saçan o metal dalgalanmadan yükselen suyun taneciklerinden oluşan bir ev görür gibi oldu, elle tutulmaz bu ıslak ahşaptan ev aynı zamanda içinde mahremiyeti barındırıyordu. Söylentilerden oluşan bir sır, şimdi artık damarlarında hızla atan kanda açığa çıkıyordu; filizlenen o siyah renkli sıvı, insanın köklerinin karanlık oluşumu, meyve veren gecelerin gizemli kuyumculuk ürünü, her şeyin ait olduğu bir magmanın kesin inancı, tüm sözcüklerin adını söylemeden aradığı, yolunu beklediği, etrafında dönüp dolaştığı ya da ses çıkarmaksızın adını andığı şeydi (kesin olan tek şey, bir nefes aldığımız, bir de nefes almaz olduğumuzdur, demişti o güneyli genç şair, büyük bir cenaze şamdanının altında bir elma sepeti işaret eden elini sallayıp veda ederken): denizin karşındaki evi ve yine sulardan oluşan camların ardındaki o su ev havada dalgalanıyordu; aynı zamanda gördüğü şeylerin evi olan gözleri, sözcüklerin evi olan dudakları, günün birinde nehir yataklarını, setleri ve başka ölüleri geçtikten sonra, şimdi açığa çıkan bir sır gibi şairin yaşamını ve ölümünü aydınlatmak için babasının tabutunu açmış olan o aynı suyla mutluluk içinde ıslanırken, güzelliğin ve hiçliğin sahip olduğu o rastlantıyla, gözleri bağlı ve bilekleri kanlı ölülerden oluşan bir lav tabakasının altında, söyleyip söylemediğini artık onun bilmediği, ama şair pencereyi açıp da rüzgâr alacakaranlığı dağıttığında Mario'nun gerçekten de duyduğu bir şiir konduruyordu onun dudaklarına: 
   
   "Geri dönüyorum denize, gökyüzüyle sarmalanarak
   iki dalga arasındaki sessizlik
   tehlikeli bir gerilim yaratıyor:
   hayat ölüyor, kan duruluyor,
   ta ki yeni bir hareket başlayana
   ve sonsuzluğun sesi duyulana kadar."

   Mario arkasından sarıldı ona, sonra sanrılı göz bebeklerini kapatmak için ellerini kaldırarak şöyle dedi: 
   "Sakın ölmeyin, üstat."

Antonio Skarmeta - Neruda'nın Postacısı

Çeviren: İnci Kut, Kırmızı Kedi Yayınları, s.142-143



  Bir an inmek üzere olan sarılı kadınla göz göze geldi. Bu alışılmadık derecede parlak gözlerde belirli bir derinliğin ya da dolu dolu yaşanmış koca bir hayatın işaretlerini gördü sanki. Sarılar içinde parıldayan bu esmer kadının kimseyi umursamadığı, kurallarını kendine göre belirlediği, sorularının çoktan yanıtlandığı ve beklentilerinin iyice azaldığı hayatını hayal etmeye çalıştı. O kısa süre içinde onun muhtemel bilgeliğine ve görmüş geçirmişliğine özenir gibi oldu. 
   Kadın çok gizli bir sırra ermiş ama kimseyle paylaşmaya niyetli değilmişçesine bakışını hemen kaçırdı ve yüzünden taşan tüm vakarla durağa yanaşan otobüsten aşağı indi. 
   Sarılı kadın otobüsten iner inmez yürümeye koyuldu. Hızlı hızlı ilerleyen ve kendi kendiyle dertleşmesine devam eden kadın daracık bir yokuşun önünden geçip gidiyordu ki birden susarak duruverdi. Aniden yumuşayıveren yüz hatlarıyla, gözleri yokuşa ve her iki yanındaki evlere dalmış bir şekilde biraz bekledi. Bir şey çağırır ya da hatırlamak ister gibi değildi duruşu ve bakışı.  Herhangi bir köşenin, sokağın ya da yokuşun tesadüfîliğinde neredeyse hiçbir şey yapmadan zaman geçirmeyi sevmişti oldu olası. Şimdi de tek isteği o yokuşun başında öylece durmaktı. 
   Etrafta çöpleri karıştıran yaralı birkaç kediyle, pencerelerden sarkarak ortalıkta gözükmeyen çocuklarına eve dönmeleri için bağıran ev kadınları dışında pek bir hareket yoktu. Yorgun güneş bulutların ardına gizlenip çıkarak o ânı tamlıyordu. Sarılı kadın büyülenmiş ya da gözleri açık ayakta uykuya dalmışçasına kıpırtısız bir şekilde yokuşlu sokağa doğru bakıyor, derin çizgilerle gölgelenmiş bakışlarındaki donukluk yüzüne doğru yayılarak durgun bir huzur resmediyordu. 
   Orada öyle dururken -bir gök bakımlık zaman geçti geçmedi- birden kaşlarını çattı ve yüzüne sıcaktan mayışmış bir kedi misali yayılmış yumuşamayı sildi attı. Aklına birden bir şey gelmişçesine, ani bir kırılmayla yere düşerek parçalandı yüzündeki tüm huzur. Gözleri yine alevlendi, aynı anda sımsıkı sıktığı dişleri arasından tıslama benzeri bir ses çıkardı. Sarılar içindeki yorgun ruhu artık sona ermiş olan o dinginlik ve boşluk anından sonra gene eski haline dönmüştü işte. Suratını iyice ekşitti, gözlerinin önüne gelen kuzguni siyahı saçlarını şapkasının içine doğru itekledi. Kendi kendine konuşarak yürürken kirli sokağı sarıya bulamaya devam ediyordu: 
   "Sen şu söz verdiğin sarı çantayı bir getirme bak ayıcım, ben sana nasıl gösteriyorum ablayı mablayı." 
   Genç kız çoktan gerilerde kalmış kadını düşünmeye devam ediyor ve kadının hareketlerindeki umursamazlığa o anda daha çok öykünüyordu. 
   Birden çocukken en sevdiği rengin sarı olduğu aklına geldi. Bu hatırlayış şaşırttı onu. Nasıl da değişiyordu insan zamanla. Uzun zamandır kendini solgun gösterdiğini düşündüğü sarıdan hiç hoşlanmıyor ve bu rengi üzerinde taşımak istemiyordu. Çocukken böyle şeyler düşünmüyordu insan ne de olsa. Güdüleri ve beğenileri üçüncü kişilerin gözüyle kirletilmiş olmuyordu henüz. Mutluluğun aranan bir şey haline henüz dönüşmediği zamanlardı onlar.
   Kadının sarılar içinde devinen yaşlı vücudu içinde mutlu olup olmadığını düşünürken, mutluluktan başka bir şey akıldı aklına.
   Bu kadın özgür olabilir miydi? 
   Herhangi bir kimse -kadın ya da erkek- herhangi bir yaş ya da durumda özgür olabilir miydi? 
   O konuma ulaşmak için yaşlanmak, bir ömrü geride bırakmak ve bu arada tüm imkanları sonuna kadar zorlayarak biraz delirmek mi gerekiyordu? 
   Bunun başka bir çaresi yok muydu? 
   Genç kız bir an nefes alamaz gibi olup durdu, otobüsün insanı boğan havasından mı yoksa kafasındaki bu sorulardan mı daha çok sıkılmıştı karar veremiyordu. 
   Bir süredir, hemen ayaklarının dibinde oluştuğunu duyumsadığı o derin, karanlık kuyuya düşmemek için çaba gösteriyordu ve bayağı yorulmuştu. Sarılı kadını ve onun çağırdığı tüm soruları unutabilmek için biraz bekledi. Ama olmuyordu işte, ne yapsa aklından atamıyordu. 
   Başını ani bir kararla sevgilisine doğru çevirdi, tanıdık bir yerlerden çağrıldığı belli olan ödünç bir şefkatle, hâlâ nefes almadan bir şeyler anlatmakta olan genç adama baktı. İnce dudaklarının yavaş devinimine takıldı gözleri. Yeni kestiği sakalının yüzünde bıraktığı yeşil gölgenin sınırlarını izledi. Boynunun hizasının ekşi tatlı ter kokusunu içine çekti, dik omuzlarının verdiği güveni hissetti. Nihayet, o karanlık kuyudan gitgide uzaklaştığını duyumsuyordu. Sevgilisinin kolum kaldırıp boynuna dolayarak yorulmuş, ufak başını adamın göğsüne gömdü ve gözlerini gecikmiş bir huzurla  yumdu. 

Yalçın Tosun - Peruk Gibi Hüzünlü

Yapı Kredi Yayınları, s.98-100



 İşimizi henüz bitirmiştik ki geçitten Hindley Earnshaw'nun ayak seslerini duydum. Yardımcım kuyruğunu kısarak duvar dibine sindi. Ben de en yakın kapı aralığına gizlendim. 
   Aşağı doğru bir yuvarlanışla uzun bir uluma duyunca, köpeğin saklanmayı pek beceremediğini anladım. Ben daha şanslı çıktım. Yanımdan geçti, odasına girdi, kapıyı kapadı. 
   Onun hemen arkasında da Joseph, Hareton'ı yatırmaya geldi. Ben de meğer Hareton'ın odasına sığınmışım. İhtiyar beni görünce: 
   - Bu evde hem sana, hem de gibirine yer bulundu desem yeri va' diye söylendi. Oda zati boş, buraya gibirinlen yerleşebilirsin. Örneğine gelince o da böyle kötü meclislerde hep üçüncü gişi olur.
   Bu habere sevinerek odaya girdim. Ocağın başındaki koltuklardan birine kendimi atar atmaz da başım önüme düştü, uyuyakaldım. Uykum hem derin, hem de pek tatlıydı ama pek de çabuk sona erdi. Bay Heathcliff beni uyandırdı yeni gelmişti, o sevgi dolu tavrıyla bana burada ne yaptığımı sordu. Geç saate kadar uyanık kalmamın nedenini, odamızın anahtarının onun cebinde kaldığını anlattım. Odamız sözü ona büyük bir hakaret oldu. Küfürler savurarak odanın benim olmadığını söyledi, şey edeceğini... Onun sözlerini tekrarlamayacağım gibi her zamanki davranışını da anlatmayacağım. Nefretimi uyandırmakta öylesine kararlı, öylesine usta ki, korkumu bile unutacak kadar şaşırıyorum bazen. Bir yırtıcı kaplan, bir zehirli yılan bile bende onun uyandırdığı korkuyu uyandıramaz. Bana Catherine'in hastalığını anlattı, ağabeyimi buna neden olmakla suçladı. Edgar'a cezasını verme fırsatını ele geçirinceye kadar da bunun acısını benden çıkaracağını söyledi. 
   Ondan nefret ediyorum. Ben mahvoldum. Budalalık ettim. Sakın ha, Grange'de hiç kimseye bunların bir tek kelimesini bile tekrarlayayım deme. Seni her gün bekleyeceğim. Beni hayal kırıklığına uğratma. 
   İsabella, bu mektubu okur okumaz beye gittim. Kız kardeşinin Uğultulu Tepeler'e geldiğini, bana Bayan Linton'ın hastalanmasından duyduğu üzüntüyü belirten bir mektup gönderdiğini, ağabeyine çok özlediğini, ayrıca kendisinin bağışlandığını gösteren bir şeyin acele ona yollanmasını istediğini anlattım. 
   Edgar Linton:
   - Bağışlamak mı? dedi. Ortada bağışlanacak bir şey yok ki. İstersen bugün öğleden sonra, Uğultulu Tepeler'e gidip, benim kızgın olmadığımı, sadece onu kaybettiğim için üzüldüğümü söyleyebilirsin Ellen. Hele hiçbir zaman mutlu olacağına inanmadığım için daha da üzgünüm. Benim onun görmeye gitmem söz konusu olamaz elbette. Artık sonsuza kadar ayrıldık. beni gerçekten sevindirmek istiyorsa, evlendiği o rezil herifi bu ülkeden uzaklaşmaya kandırsın.
   Yalvarırcasına:
   - Peki ama ona kısacık bir mektup yazmayacak mısınız efendim? diye sordum. 
   - Hayır, dedi. Buna gerek yok. Heathcliff'in ailesiyle aramdaki haberleşme onun Linton ailesiyle arasındaki haberleşme kadar seyrek olacak yani hiç haberleşmeyeceğiz. 
   İsabella'yı teselli için bir iki satır yazmayı bile reddedişini makul gösterebilmek üzere neler yapmam gerektiğini düşündüm. 
   İsabella'nın beni sabahtan beri beklediğini çekinmeden söyleyebilirim. Bahçenin yolunda yürürken pencereden baktığını gördüm. Ben başımı sallayarak selam verdim ama o sanki görülmekten korkuyormuş gibi hemen geri çekildi.
   Kapıyı vurmadan içeri girdim. O eski neşeli evin öyle korkunç, kasvetli bir hali vardı ki bu manzara kadar müthiş bir şey olamaz. Doğrusu, genç hanımın yerinde olsaydım hiç olmazsa ocak başını süpürür, masaların tozunu alırdım, bunu itiraf etmeliyim. Ama o daha şimdiden çevresindeki kayıtsızlık, umursamazlık havasına kendini uydurmuştu. Güzel yüzü solgun, bezgindi. Saçları kıvrılmamıştı. Perçemlerin bir kısmı dümdüz aşağıya doğru iniyordu, bazıları ise başının etrafına gelişigüzel tutturulmuştu. Elbisesine de geceden beri elini sürmemişti belli ki. 
   Hindley yoktu. Heathcliff, bir masanın başında, cep defterini karıştırıyordu ben içeri girince kalktı, dostça hatırımı sordu, oturmam için iskemle gösterdi. 

Emily Brontë - Uğultulu Tepeler

Çevirmen: Naciye Akseki Öncül, Can Yayınları, s.190-192



  Bacarisse'yi ne kadar dinliyoruz?
   Bilmiyorum. Tek bildiğim, bir noktada Remedios Varo'nun pikabın kolunu kaldırıp müziği sona erdirdiği. O zaman yanına gidip (itiraf ediyorum ki ayrılmak istemediğimden) yanaklarım kızararak, kullandığımız fincanları yıkamayı, yeri süpürmeyi, mobilyaların tozunu almayı, tencereleri ovalamayı, gidip evin alışverişini yapmayı, yatağı toplamayı veya küveti onun için doldurmayı teklif ediyorum, ama Remedios Varo gülümseyerek, bunların hiçbirini yapmana gerek yok Auxilio, ama sorduğun için teşekkür ederim, diyor. İdare ediyorum, gerçekten. Yardımına ihtiyacım yok. Beni kapıya kadar geçirdiği sırada içimden, yalancı, diyorum, nasıl yardıma ihtiyacın olmaz?
   Kapının eşiğindeki halim gözümün önünde beliriyor. O içerde, eli kapı kolunda. Ona sormak istediğim o kadar çok şey var ki. Örneğin, yeniden ziyarete gelebilir miyim? Gün ışığı sokağa dökülmüş beyaz şarabı andırıyor. Ressamın yüzünü aydınlattığında, cesur bir hüznü ortaya çıkarıyor ışık. Tamam. Her şey yolunda. Gitme zamanım geldi. Elini mi sıkmalıyım, yanaklarından mı öpmeliyim? Latin Amerikalı kadınlar bildiğim kadarıyla tek öpücükle vedalaşır. Tek yanaktan öper. İspanyol kadınlar iki yanaktan. Fransız kadınlar üç kere öper. Küçük bir kızken, üç öpücüğün, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik anlamına geldiğine inanırdım. Öyle olmadığını artık biliyorum, ama yine de öyle olduğunu düşünmek hoşuma gidiyor. Bu yüzden yanaklarına üç öpücük konduruyorum ve bana öyle bir bakıyor ki sanki o da bir zamanlar benimle aynı sonuca varmış. Sol yanağa bir öpücük, sağ yanağa bir öpücük, sol yanağa son öpücük. Remedios Varo bana bakıyor, endişelenme Auxilio, ölmeyeceksin, delirmeyeceksin, akademik bağımsızlığın son kalesi sensin, üniversitemizin şerefini sen kurtarıyorsun, en kötü ihtimalle aşırı zayıflayacak ve hayal göreceksin; belki seni bulurlar, ama şimdi bunu düşünme, güçlü ol, zavallı yaşlı Pedrito Gafrias'ın şiirlerini oku  (keşke yanında okuyacak başka şeyler de getirseydin, seni aptal kız) ve 1968'in 18 Eylül'ünden 30'una kadar bırak zihnin zamanda özgürce dolaşsın, tek yapman gereken bu.
   Remedios Varo kapıyı kapamadan önce son bir kez gözlerimin içine bakıyor ve o anda kadının çoktan öldüğü gerçeği, benim için tartışılmaz bir netliğe kavuşuyor.

Roberto Bolaño - Tılsım

Çevirmen: Zeynep Heyzen Ateş, Can Yayınları, s.88-89



 Vicdanları rahat olmayanlarla davranışlarına mantıksal bir dayanak arayanların hepsinde kendini haklı göstermeye çalışmak hastalığı vardır, bu durum onların düşünce biçimlerini de tuhaflaştırır. Kendiliğinden doğma olmayıp voulue bir şeydir. Bu hastalık Justine'de, bir barajın duvarlarını zorlayan büyük bir akıntı benzeri zihnine baskı yapan sürekli bir düşünce akışı, geçmiş ve şimdiki davranışlarının irdelenmesi biçiminde görülüyordu. Bu uğurda olmadık çabalar harcamasına, kendi kendini sorgulamadaki olağanüstü ustalığına karşın, kararlarından kuşku duymamak insanın elinde değildir çünkü durmadan değişir, oldukları gibi kalmazlardı. Kendisiyle ilgili pek çok kuramı vardı, bunları kuru yaprak gibi saçar dururdu. Bir keresinde Arnauti'ye şunu sormuş: 
   "Sence aşk baştanbaşa saçmalık değil mi?" 
   Hemen hemen aynı soruyu bana da sordu, boğuk sesinde tehdit kadar sevecenlik de vardı: 
   "Sana yaklaştımsa, sana deli gibi âşık olma tehlikesinden ve rezaletinden kendimi kurtarmak için yaklaştım dersem ne dersin? Seninle her öpüşmemde Nessim'i koruduğumu düşünüyordum." 
   Örneğin, plajdaki o olağanüstü sahnenin gerçek güdüsü bu olabilir miydi hiç? Hep kuşku, kuşku. Bir başka keresinde soruna, belki de aynı içtenlikle, bir başka açıdan yaklaşmıştı: "Kıssadan hisse... kıssadan hisse de ne? Bizimkisi basit bir açgözlülük olabilir miydi hiç? Sonra şu aşk serüvenimiz, bize verdiği bütün sözleri tutmadı mı - hiç değilse benim açımdan? Birbirimize rastladık ve başımıza olabileceklerin en kötüsü geldi, ama en iyi yanımıza, sevgililerimize dokunmadı. Bana böyle gülme n'olursun."
   Ben kendi adıma bu tür görüş açıları karşısında her zaman şaşkın ve suskun kalakalmışımdır; korkmuşumdur da, bir ölüden söz eder gibi yaşantılarımızdan söz etmek bana çok tuhaf gelmiştir. Buna benzer bir durumda Arnauti'nin yaptığı gibi bağırmak gelmiştir içimden. 
   ''Tanrı aşkına şu mutsuzluk hastalığına bir son ver artık, ikimiz için de sonu kötü olacak. Daha yaşayamadan hayatımızı tüketiyorsun.''
   Böyle bir öğüdün hiçbir işe yaramayacağını biliyordum. Bu dünyada kendi kendilerini yok etmeye yargılı insanlar vardır, onlara hiçbir mantıklı kanıt para etmez. Justine bana yüksek bir kulenin eğik, teneke çatısında yürüyen bir uyurgezeri anımsatmıştır hep; bağırıp uyandırmaya gelmez, aşağı düşebilir. Olduğundan daha korkunç görünen o dik inişlerden onu yavaş yavaş uzaklaştırmayı umarak sessizce izlemekten başka bir şey yapamazsınız. 
   Ama ne tuhaftır ki, beni bu tekin olmayan devingen kadına çeken şey onun kişiliğindeki kusurların ta kendisi, ruhundaki bayağılıklardı. Belki de onlarda kendi kişiliğimdeki güçsüzlükleri buluyordum, belki benim tek şansım onları daha iyi gizleyebilmemden geliyordu. Bizim için cinsellik, her gün çevremizde tomurcuklanıp dal budak salan zihinsel bir yakınlıktan perdeye yansıyan imgenin ancak küçük bir parçasını oluşturuyordu. Bize suçluluk duygusu veren bir ilişkiyi Nessim'den, öteki ortak dostlarımızdan boş yere gizleme çabasını elden bırakmadan deniz kıyısındaki salaş kahvehanelerde ne çok konuşmuştuk! Gecelerce! Hiç farkına varmadan yavaş yavaş birbirimize yaklaşırken sonunda ya ellerimiz birleşir ya da kendimizi neredeyse kucak kucağa bulurduk; sevgililerin yakasını bırakmayan olağan cinsel isteğin etkisiyle değil, sanki kendimizi araştırıp öğrenmenin acısını gövdelerimizin dokunuşuyla hafifletmek için yapardık bunu.

Lawrence Durrell - Justine

Çevirmen: Ülker İnce, Can Yayınları, s.122-123



    Aidiyetlerimin her biri beni çok sayıda insana bağlıyor; buna karşın, hesaba kattığım aidiyetlerim çoğaldıkça, kimliğim de özel bir durum olarak ortaya çıkıyor. Köklerime biraz daha uzanacak olsaydım, birtakım Bizans ayin düzenlerine bağlı kalmakla birlikte papanın otoritesini de tanıyan Katolik-Yunan ya da Melki olarak bilinen bir cemaatin içinde doğduğumu belirtmem gerekirdi. Uzaktan bakılınca, bu aidiyet sadece bir ayrıntı, bir ilginçlik; yakından bakıldığındıysa, kimliğimin belirleyici bir yönü, daha güçlü cemaatlerin toprak ve iktidardaki payları için uzun süre savaştığı Lübnan gibi bir ülkede, benimki gibi son derece azınlıkta kalan cemaatlerin üyeleri nadiren silaha sarılmıştır, zaten sürgüne ilk gidenler de onlar oldu. Bana gelince, saçma ve intihar demek olan bu savaşa bulaşmayı daima reddetmişimdir; ama bu yargı, bu mesafeli bakış, silahlara sarılmayı bu reddediş azınlıkta kalmış bir cemaate  ait oluşumla ilgisiz değildir. 
   Evet, Melki. Buna rağmen, günün birinde biri eğlenip, resmi devlet kayıtlarında ismimi —ki, beklendiği gibi Lübnan'da din esasına göre düzenlenmiştir— aramaya kalkacak olsa, beni Melki'ler listesinde değil Protestan kayıtları arasında bulacaktır, Hangi nedenle mi? Bunu anlatmak çok uzun sürer. Burada ailemiz içinde birbirine rakip iki dinsel gelenek olduğunu ve Çocukluğum boyunca bu çekişmelerin tanığı olduğumu söylemekle yetineceğim; tanığı, bazen de kozu: Cizvit papazlarının Fransız okuluna kaydedilmemin nedeni, kesinlikle Katolik olan annemin, çocuklarını geleneksel olarak Amerikan ya da İngiliz okullarına gönderen baba tarafımda ağır basan Protestan etkisinden uzak tutmak istemesidir; bu çekişme yüzündendir ki, kendimi Fransızca konuşur buldum, bunun sonucu olarak da Lübnan savaşı sırasında New York'a, Vancouver'a ya da Londra'ya değil Paris'e gelip yerleştim ve Fransızca yazmaya başladım. 
   Kimliğimden daha başka ayrıntılar da sıralayacak mıyım? Türk olan büyükannemden, Mısır Marunisi kocasından ve ben doğmadan çok önce ölen ve bana şair, özgür düşünce sahibi, belki de mason ama her halükarda şiddetli bir kilise karşıtı olduğu anlatılan öteki büyükbabamdan söz edecek miyim?(Moliêre'i Arapçaya ilk çeviren ve bunu 1848'de bir Osmanlı tiyatrosunun sahnesinde oynatan büyük-büyük-büyük dayıma kadar uzanacak mıyım? ) Hayır, bu kadarı yeter, burada durup soruyorum: kimliğimi belirleyen ve kaba hatlarıyla yolumu çizen bu birkaç dağınık öğeyi, hemcinslerimden kaçı benimle paylaşıyor? Çok azı Belki de hiçbiri. İşte benim de üzerinde durmak istediğim bu: ayrı ayrı alındığında, aidiyetlerimden her biri sayesinde hemcinslerimin büyük bir çoğunluğuyla belli bir akrabalığım var; aynı ölçütleri toplu olarak ele aldığımdaysa başka hiçbir kimlikle karıştırılmayacak kendime özgü bir kimliğim oluyor. 
   Biraz genelleştirerek şöyle diyeceğim: her insanla birtakım ortak aidiyetlerim var; ama dünyada hiç kimse benim bütün adiyetlerimi, hatta bunların büyük bir kısmını benimle paylaşamaz; kendi oğlum ya da babam da olsa, başka birininkinden farklı olan özel kimliğimin apaçık ortaya konması için, sıralayabileceğim onlarca ölçütten pek azı yeterli olacaktır. 
   Önceki sayfaları yazmaya başlamadan önce uzun süre tereddüt ettim. Daha kitabın başında kendi durumum üzerinde böyle durmalı mıydım? 
   Bir yandan, bana en yakın olan kendimi örnek olarak kullanırken, insanın birkaç aidiyet ölçütüyle, benzerleriyle bağlarını ve özelliğini nasıl ortaya koyabileceğini söylemek istiyordum. Öte yandan, özel bir durumun çözümlemesinde ne kadar uzağa giderseniz, kendinizi bunun tam bir özel durum olduğunu ileri sürerken görme riskinizin o kadar artacağını da bilmiyor, değildim. 
   Sonunda, kendi "kimlik muhasebesini" yapan iyi niyetli herkesin, tıpkı benim gibi, kendisinin özel bir durum olduğunu keşfetmekte gecikmeyeceğine kanaat getirerek kolları sıvadım. Bütün bir insanlık özel durumlardan başka bir şey değil, yaşam farklılıklara gebe, "yeniden üretim" varsa da asla aynı olmuyor. İstisnasız her insan karma bir kimlikle donanmış; unutulmuş çatlakları, hiç akla gelmeyen dallanmaları ortaya çıkarmak ve kendisinin karmaşık, biricik olduğunu, yerinin başkası tarafından doldurulamayacağını keşfetmesi için kendi kendine birkaç soru sorması yeter. 
   İşte herkesin kimliğini belirten tam da bu: karmaşık, biricik, yeri doldurulamaz, başka hiç kimseyle karıştırılamaz. Bu noktada ısrar etmemin nedeni, kimliğini belirtmek için sadece "Arabım", "Fransızım", "Siyahım", "Sırpım", "Müslümanım", "Yahudiyim" denmesi gerektiği şeklindeki hâlâ son derece yaygın ve benim gözümde son derece sakıncalı düşünme alışkanlığı; çeşitli aidiyetlerini benim yaptığım gibi sıralayan biri, derhal kimliğini bütün renklerin silineceği bulanık bir çorba içinde "eritmek" istemekle suçlanır. Oysa benim söylemeye çalıştığım bunun tam tersi. Bütün insanların eşit olduğu değil ama her birinin farklı olduğu. Kuşkusuz bir Sırp bir Hırvat'tan farklıdır, ama her Sırp da bütün öteki Sırplardan farklıdır ve her Hırvat da bütün öteki Hırvatlar'dan farklıdır. Gene Lübnanlı bir Hıristiyan Lübnanlı bir Müslümandan farklıysa, ben birbirinin aynısı iki Lübnanlı Hıristiyan tanımıyorum, ne de iki Müslüman, ayrıca dünyada birbirinin eşi iki Fransız, iki Afrikalı, iki Arap ya da iki Yahudi de yok. İnsanlar birbirinin yerini tutamaz ve aynı Ruandalı ya da İrlandalı ya da Lübnanlı ya da Cezayirli ya da Bosnalı aile içinde, aynı çevrede yetişen iki kardeş arasında görünüşte çok küçük ama onları politika, din ya da günlük yaşam konusunda birbirlerinin kutbuna itecek, birini bir katil, diğeriniyse bir diyalog ve uzlaşma insanı yapacak farklılıklara sık rastlanır. 
   Şu ana kadar söylediklerime pek az insan açıkça karşı çıkmayı düşünecektir. Ama bizler, hepimiz, sanki bu böyle değilmiş gibi davranıyoruz. Kolayına kaçıp birbirinden farklı insanları aynı kefeye koyuyoruz, gene kolaylık olsun diye onlara cinayetler, toplu eylemler, ortak görüşler yüklüyoruz — "Sırplar katliam yaptı...", "İngilizler yağmaladı...", "Yahudiler el koydu...", "Siyahlar ateşe verdi...", "Araplar reddediyor..." Filan ya da falan halk hakkında "çalışkan", "becerikli" ya da "tembel", "kuşku verici", "sinsi", "kibirli" ya da "inatçı" diyerek duygusuzca yargılarda bulunuyoruz ve bu da kimi zaman kanla sona eriyor. 
   Bütün çağdaşlarımızdan ifade alışkanlıklarını bugünden yarına değiştirmelerini beklemenin gerçekçi olmayacağını biliyorum. Ama her birimizin, sözlerinin masum olmadığının, tarih boyunca kötü ve ölümcül olduğu ortaya çıkan önyargıların sürdürülmesinde payı olduğunun bilincine varması bana önemli görünüyor. 
   Çünkü başkalarını çoğu zaman en dar aidiyetleri içine sıkıştıran bizim bakışımız ve onları özgür kılacak da gene bizim bakışımız.

Amin Maalouf - Ölümcül Kimlikler

Çevirmen: Aysel Bora, Yapı Kredi Yayınları, s.21-24



Son söz 
   Sınır kasabaları  
   Dünya üzerinde ilerliyorum; saatler boyunca mesafeler katediyor, yeni coğrafyalara ve burada yaşayan tanımadığım insanların hayatlarına dalıyorum. İlk kez adım attığım bu yerler karşısında heyecanlanıyorum. Ve kendimi şanslı hissediyorum... Vardığım her bir sınır kasabasıyla birlikte, farklı bir dünyanın kapılarının açıldığını biliyorum. Bir ülkenin sınırından, diğerinin  sınırına adım atarken, dünyadaki bütün sınır kasabalarının gereksizliği ve anlamsızlığının ayırdına varıyorum. Bir ülkeye vardığınız zaman yollar devam ediyor; ama durduruluyorsunuz ve öte taraftaki toprak parçasının farklı bir ülke olduğu söyleniyor. Oysa adım attığınız toprak parçası aynı dünyaya ait. Ayaklarınız sizi daha ötelere götürmek istese de, gerekli izinleri almadan bu sınırlardan geçemeyeceğiniz söyleniyor. Durdurulmak ve kontrol edilmeye çalışılmak, ilerlemek isteyen gezgin için büyük bir hayal kırıklığı oluyor. İşini gücünü bırakmış, bir süre boyunca hiç bir şey yapmadan ve o hiç bir şeyin içindeki müthiş zenginliğin tadına varma lüksünü kendi çabalarıyla sağlamış ve yirmi birinci yüzyılda teknolojiden kaçarak kendine ait bir dünyaya dalmayı becermiş olsanız bile, karşınıza öyle gerçeklikler çıkıyor ki, barış değil de savaş adına düzenlenmiş ve belirlenmiş toprak parçacıkları üzerinde yaşadığınız hemen hatırlatılıyor. Sınırlar savaşı unutmanıza izin vermiyor ne yazık ki. Belki inanılmayan bir kavram olduğu için barışa da hiç bir zaman ulaşılamıyor. 
   Dünyanın bu yarım küresinde öteki ülkeye geçtiğinizde, Latin Amerika kıtasındaki ülkelerin -Brezilya dışında- hepsinin aynı dili yani İspanyolca'yı konuştuğunu ve tarihlerinin birbirine benzer olduğunu öğrendiğinizde birbirine zıtlıklar taşıyan ülkeler değil de, bir çok ortak noktaya sahip olduklarını görüyorsunuz. Bir yıl boyunca dolaştığım ülkelerden Ekvator, Peru ve Bolivya'nın uzun yıllar tek bir ülke olarak var oldukları düşünülürse, bu benzerliklerin nedeni daha iyi anlaşılıyor. Öte yandan insanların kılık kıyafetleri, yüzleri, coğrafi bölgeler, gelenekler, alışkanlıklar, hükümetler ve para birimi farklı. 
   Sınırları geçtikçe, sınır kasabalarının bir ortak özelliğine tanık oluyorum. Kasabaların çoğu alelacele ve özensizce kurulmuş ve sadece sınırları ayırmak için kurulduklarından burada yaşamaya mecbur olan insanların dışında kimsenin yaşamak istemediği yerler. Bu yüzden de, burada yaşamaya mecbur olmadığı için Tanrı'ya şükreden, öteki ülkede işleri olan ya da gezen insanlarda kendilerini bir an önce bu kasabanın dışına atma telaşı göze çarpıyor. Devamlı gelip geçenler olduğu için de süratli bir hareketlilik yaşanıyor buralarda. Bu kasabaların kendilerine ait hiçbir özellikleri yok. Ama bu özelliksizliğin içerisinde, küçücük ve harika detaylar yatıyor. 
   Ekvator'un güneyindeki Huayaquil'den, Peru'nun kuzeyinde yer alan sınır kasabası Tumbes'e geçerken gördüğüm ufak detaylar benim için bir hayli renkli. 
   Bir anda kendimi dünyada hiç kimsenin kalmak istemediği iki sınır kasabasının tam ortasında bulmuştum; bir ülkenin sınırından diğerine geçiş yolculuğumda, ismi ve ülkesi olmayan bir kara parçası üzerinde bir moto taksi içerisinde bulmuştum kendimi. O kadar güçlü hissetmiştim ki o anda. Hani şu filmlerde gördüğüm, egzotik ve uzak ülkelere giden gezginler gibiydim. Gerçekten de acaba bir filmin, bir karenin, bir romanın içinde miyim acaba diye sormaktaydım kendi kendime. Ama hayır, hayatımın bana sunduğu hikayelerden bir başkasıydı bu sadece. Ön kısmında motoru süren şöför beni son sürat, Peru'yla Ekvator arasındaki köprüden geçiriyordu. Motorun arkasındaki arabada, küçücük çocuklar gibi ağzım sevinçten bir karış açık kahalar atıyor, hızın ve maceranın tadını tüm benliğimle hissediyordum. Burada belirlenen sınır nehirdi.
   Köprünün üzerinde bir moto taksiyle ilerlerken, aşağıda köpürerek akan sulara bakıyordum. O anda tüm geçmişim gözlerimin önünden gerçekten de bir film karesi gibi geçti. İstanbul'dayken böyle bir şeyle karşıla karşılaşacağımı bilmiyordum çünkü. Arkadaşlarım benim tanıdığım dünyanın içerisinde kalırken, hayal gibi gelen bir dünyanın içerisinde olmak beni hayata karşı daha da azdırıyordu İşte bunun gibi karşılaşacağım minik sürprizler sonucu yaşama sevincim artıyordu. Yaşama sevinci diye bir şeyin varlığını keşfediyordum belki de. Bu benim moto taksiye ilk binişimdi . Moto taksiler Peru'daki bazı küçük kasabalardaki pratik ve ucuz taşıma yöntemlerinden biriydi. Perulular için sıradan bir şeydi elbette. Alışkanlıklar her zaman için sıradanlığı getiriyor çünkü ve belki de bu yüzden insan ara sıra bile olsa yaşadığı yerin dışına çıkarak kendine dışardan bakmayı denemeli bence. 
   Bu küçücük kasabaların bir başka özelliğiyse, son derece çirkin ve kaotik olmaları. Ancak bir günde inşa edilmiş izlenimi uyandıran bu kasabalardaki hayata, ve burada yaşayan insanların hayatına şöyle kısacık bir bakış attığınızda, çaresizlikle çepeçevre sarılmış yaşamların bile müthiş bir doğurganlığa ve yaşam enerjisine sahip, olduğunu görüyorsunuz. 
   Kimsenin ziyaret etmek, kalmak ve tanımak istemediği bu çirkin kasabaların sokakları da çoğunlukla çamur deryası. Öyle ki bazen bir karış yüksekliğindeki çamur moto taksilere geçit vermiyor. O zaman şöför, durumu doğal karşıladığını anladığımız bir yüz ifadesiyle, tekerleklerinin ilerlemekte güçlük çektiği motosikletini eliyle itekleyerek kurtarmaya çalışıyor bu mini bataklıktan. Hayat her şeye rağmen tüm hızıyla burada akıyor. Yollarda bir yandan kasabanın taksileri olan moto taksiler ard arda ilerliyor, arabalar da onların yanısıra ilerliyor. Bu arabalaların çoğunun yeri de aslında araba mezarlıkları. 
   Her şeyin ortalıkta ve düzensiz bir şekilde yerleştirildiği pazarlar, yerlerdeki çöpler, etrafa şaşkın şaşkın bakan bir iki turist göze çarpıyor. Küçük sokak restoranlarında et ve sebze karışımı çorbalarını kaşıklayan yağlı, yanık yüzlü erkekler ve kadınlar var. Öte yandan güzel göğüslerini ortada bırakan tişörtleri ve topukları erimesine rağmen, yine de hala topuklu ayakkabı olma özelliğini koruyan ve saçlarını at kuyruğa yapmış kocaman küpeli, bu çirkin manzarayla tam bir tezat oluşturan güzel kadınlar. Bir yandan dilenen çocuklar. Yerdeki çöpler ve her gün buradan gelip geçen binlerce yeni yüz, binlerce hayat, binlerce trajedi, binlerce mutluluk, hayal kırıklıkları, bahtsızlıklar, insanların suratına tokat gibi çarpan yoksulluk... Ve kendi kendisine döngüsünü sürdüren bir yaşam. Senin asla ait olmadığın ve olamayacağın, bu yüzden de şaşkınlık ve merakla baktığın hayatlar. Bir hayatın nasıl böyle geçirilebileceğini ve nasıl boşa harcandığını bu kadar net görmek etkiliyor insanı doğrusu. Burada sokaklar, yüzler, yeni meyveler, çamur, çamur ve çamur var her tarafta. Çamura bulanmış bu insanların arasında, pisliğin ortasında hiç bir şeye aldırmadan mutluluklarını ıslak dudaklarındaki öpücüklere aktaran aşıklara da rastlanıyor. 
   Kadın gezgin olarak tek başıma seyahat ettiğim süre içerisinde en çok tedirginlik duyduğum kasabalar yine sınır kasabaları. Çünkü o kadar karmaşık ve başıboş ki, insanın başına her an her şey gelebilir duygusu hakim. Bu yüzden de hiç oyalanmadan ayrılıyorum bu kasabalardan... Hızla uzaklara, ülkelerin kanunlarının geçerli olduğu yerlere doğru doludizgin kaçıyorum.

Sibel Buğdaycı - Sakin Ol Her Şey Mümkün

Yeni Hayat Kütüphanesi, s.201-204



 3 Ocak 2012, son kitabını yazmaya başladığın günden tam tamına bir yıl sonra. Bedenin konusunda yazmak, fiziksel varlığının yaşadığı sayısız darbelerin ve keyiflerin listesini yapmak başka bir şeydi; ama zihnini çocukluğundan hatırladığın kadarıyla irdelemek hiç kuşkusuz çok daha zor, belki de olanaksız olacak. Yine de bunu deneme zorunluluğunu hissediyorsun. Kendini az rastlanan ya da olağanüstü bir inceleme nesnesi olarak gördüğün için değil, tam tersine öyle görmediğin, herhangi biri, herkes gibi biri olarak gördüğün için. 
   Anılarının tamamen aldatıcı olmadığının tek kanıtı, arada bir eski günlerdeki gibi düşünmeyi hâlâ sürdürmen. O düşüncelerin izleri altmışından sonra da görülüyor, ilk çocukluğun animizmi aklından tamamen silinmiş değil; her yaz çimenlere uzandığında, üzerinden geçen bulutlara bakıp onların yüzlere, kuşlara ve hayvanlara, eyaletlere ve ülkelere ve hayalî krallıklara dönüşmesini izliyorsun. Arabaların önündeki, ızgaralar hâlâ dişleri anımsatıyor ve tirbuşon hâlâ dans eden bir balerin. Dış görünüşüne göre artık aynı insan olmasan da eskiden neysen hâlâ osun.
   Bu irdelemeyi nereye vardırmayı düşünürken, on iki yaş sınırını aşmamaya karar verdin; çünkü on iki yaşından sonra artık çocuk değildin, ergenlik hafiften kendini gösteriyor, yetişkinliğin kıvılcımları beyninde çakmaya başlıyordu ve yaşamı hep yeniliklere dalmakla geçen, her gün bir, hatta birkaç ya da pek çok şeyi ilk kez yapan o küçük insan olmaktan çıkıp başka bir varlığa dönüşmüştün; artık seni ilgilendiren şey kör cahillikten daha az cehalete doğru ağır ağır ilerleyen bu süreçti. Kimdin sen küçük adam? Nasıl oldu da düşünebilen bir insana dönüştün ve şayet düşünebiliyorsan düşüncelerin seni nereye götürüyordu? Eski hikayeleri ortaya dök, bulabildiğin her şeyi çıkar, sonra bu kırıntıları ışığa tutup iyice bak. Yap bunu. Yapmaya çalış.
   Dünya tabii ki tepsi gibi dümdüzdü. Birisi kalkıp da dünyanın bir küre, güneş sistemi denilen bir şeyin içinde sekiz gezegenle birlikte güneşin çevresinde dönen bir gezegen olduğunu anlatmaya çalışsa, senden daha büyücek olan oğlanın dediklerini kavrayamazdın. Eğer dünya yuvarlaksa, o zaman ekvatorun altında kalan herkesin dünyanın dışına düşmesi gerekirdi; çünkü bir insanın tepetaklak yaşayabileceği akla mantığa sığmazdı. Büyücek oğlan bu sefer yerçekimi kavramını anlatmaya çalışırdı ama bunu kavraman da olanaksızdı. Milyonlarca insanın, her şeyi yutan bir gecenin sonsuz karanlığına balıklama daldığını hayal ederdin. Kendi kendine, eğer dünya gerçekten yuvarlaksa, o zaman en güvenli yer Kuzey Kutbu olmalı, derdin. 
   Hiç kuşkusuz, seyretmeye bayıldığın çizgi filmlerin etkisiyle, Kuzey Kutbu'ndan dışarıya uzanan bir sırık olduğunu sanıyordun. Berber dükkânlarının önünde dönüp duran kırmızı beyaz çizgili borulara benzeyen bir sırık. 
   Yıldızlara gelince, onları anlamak olanaksızdı. Gökyüzündeki delikler desen değil, mumlar desen değil, elektrik ışığı da değil, bildiğin hiçbir şeye benzemeyen nesneler. Tependeki kapkara havanın uçsuz bucaksızlığı, seninle o minik parıltılar arasındaki mesafenin büyüklüğü, her türlü algılamaya, kavramaya direnen bir şeydi. Geceleyin üstünde uçan bu iyi huylu ve güzel varlıklar; sırf orada oldukları için oradaydılar, başka bir nedeni yoktu. Tanrı eliyle yaratılmasına yaratılmışlardı da, Tanrı onları ne düşünerek yaratmıştı acaba? 

Paul Auster - İç Dünyamdan Notlar

Çevirmen: Seçkin Selvi, Can Yayınları, s.14-16






Şu lanet olası göz kalemini altıncı defa yüzüme yayılmış şekilde görmeye tahammül edemiyorum. Üniversite sınavını bile ilk girişimde kazandım da şu makyaj işini bir türlü beceremedim. Fondöten de kullanmazdım, burnumun üzerindeki yara izi olmasaydı eğer. İnsanın pişmanlıklarından kurtulmak için öğrenemeyeceği şey yok. Bu yüzden fondöten sürmeyi göz kalemi sürmekten çok daha çabuk öğrendim.
   Peki, iki yıldır her sabah kusursuzca yok ettiğim bu iz, neden şimdi kapanmıyordu? Neden kaç kat fondötene rağmen inatla yok olmuyordu. Tabii ya üç kat değil ki dört kat sürerdim. Bu yapay tenin, yüzümde oluşturduğu maskeyle anbean palyaçoya dönüşümü kendim de görebiliyordum. Umurumda mı? Asla! O yara izi kapanacak.
   Kapanmadı.
   Onun beni kandırdığı gibi kandırmıştım kendimi. Kusursuz aldatmacayı ondan öğrenip kendime uygulamış, Guido Fawkes’e dönmüştüm. Bu yüz benim değildi. Aynada gördüğümse bir maskeydi. Maskelerin altındaki fikirlerin ölmeyeceğini filmlerden, duyguların öleceğini ise hayattan öğrendim. Yara izinden çok daha fazlasıydı bu iz.  Bir kara delikti, her baktığımda beni sürekli içine çekip o güne götüren…
***
   Kendimi önümde duran takside buluvermiştim o gece. Şoförün sorduğu soruları duymuş, cevaplayamamıştım.
   “Abla ne tarafa?”
   Sahiden nereye gidiyordum? Çalan şarkı, şoförün kulaklarımda uğuldayan sesi cevabını vermekten ürktüğüm bu soruyu, daha da anlaşılmaz kılmıştı. Bana yollanmış konum mesajını cevap olarak uzatmıştım şoföre.
   “Geldik abla”
   Nereye?
…
   Bilinmeze! Bile bile bilinmeze gelmiş olmak… Sırf bu duygu için bile binlerce kez pişman olup kendimden iğrenebilirdim. Hızla atan kalbim ona doğru koşmak istemeseydi eğer… Arka koltukta büzüşüp öylece oturmuş, şayet inersem geri dönememekten korkmuştum. Yanlışlarımı telafi etme konusunda başarısız olduğumdan, telafisi güç durumların içinde olmaktan hep kaçınmıştım.  Ama o an üniversite zamanlarımda acımasızca eleştirdiğim, saçma hevesler uğruna güvenilmez adamlarla birlikte olan kızlardan daha aptaldım. Aylardır sadece telefonda konuştuğum adamın hayatından, bana karşı olan sevgisinden, adından dahi şüphe ettiğim, yani kaçınmam gereken bir yanlışa ürkek adımlarla ve içimde büyük bir tutkuyla ilerlemiştim. Adımlarımla ruhumun bu zıtlığında kalan ben, kahretsin ki üniversite çağını da çoktan geçmiştim!
   Sokakta bir adam avazı çıktığı kadar bağırmaktaydı. Kim bilir, kime ve neden bağırıyordu? Önce o bağırış, ardından gözüme vuran karşı şeritteki arabanın farı beni kendime getirmişti. Şoförün iyice garipleşen bakışlarıyla da toparlanmıştım. Taksimetrede yazan tutarı ödemiştim; araçtan inip hızlıca yürümüştüm arkama bakmadan. Topuk sesim boş sokakta değil tüm evrende yankılanmıştı. O ses, en kararsız halimde çıkartabildiğim en kararlı sesim olmuştu. Hâlâ duyuyorum.
   Nihayet asansöre gelmiştim. Her şey bir anda durağanlaşmış, tüm o heyecan, yerini saf korkuya bırakmıştı. Aylardır kendini Zeus’un tutkuyla bağlandığı Hera gibi hisseden bu kadın, şimdi avantür bir hikâyenin başkahramanı mıydı? Saçmalıyordum. Ve işin kötüsü saçmaladığımın tüm benliğimle farkındaydım. Sonsuz tırmanış bittiğinde önümde uzun bir koridor belirmişti. Yürümüştüm... Her adımda eğilip bacaklarımın yok olup olmadığını kontrol edecek kadar tedirgin hissederek, yürümüştüm...
   Kapı açıldığında içime çektiğim kokusuyla kollarındaydım işte. Öylece durmuştuk ve durdukça bedeninin sıcaklığı tüm vücuduma yayılmıştı. Hâlâ hissedebiliyorum. Güvenmediğim adam, sonsuz bir güven hissi vermişti o an. Ne tuhaf! Birbirine zıt, birbirinden uzak onca duygu nasıl bu kadar hızlı yaşanabiliyor? İnsanın kendisinin bile bilmediği yerler var ruhunda ve biri gelip onları eliyle koymuş gibi buluyor.
   Pencereden yüzüme çarpan esintiyle uyanmış, pamuklu pikeyi üşüyen bacaklarıma iyice çekmiştim.
   Neden yanımda değildi?  Neden birbirimizin kollarında uyanmadık? Ara ara gelen kısık sesini duyduğumda, aklımı işgal eden iyi niyet melekleri bunun, beni uyandırmamak için olduğunu düşündürmüştü. Telefonla konuşuyordu. Banyodaydı. Kulak kabarttığımda anladım ki konuştuğu bir kadındı ve üstelik kadına kur yapıyordu. Ne aptalmışım! Neyin açlığıydı bu, asla anlayamadım. Peki, dün gece seviştiği, bu sabah yanında uyandığı ben kimdim? Neyi oluyordum onun? Cevaplarının sadece benim için önemli olduğu bu sorular, midemi bulandırmıştı. Ağız dolusu kusup içimde ne varsa ondan bana karışan, çıksın istiyordum. Hemen! Çakılmıştım sanki yatağa, kolumu bile oynatamamıştım. Yüzünde kocaman bir gülümseme ile çıkmıştı banyodan. Yatağa uzanıp sokulmuştu iyice bana. Mermerden bir heykel gibi hareketsizdim. Umursamamıştı. Onu duymuş olma ihtimalim mi aklına gelmiyordu yoksa bu ihtimal onu rahatsız mı etmiyordu? Bunu da asla anlayamadım ama ikinci olasılık kısmi felç geçirmeme neden olabilecek kadar etkili bir his yaratmıştı vücudumda.  Ve tüm bunlara rağmen, tutkuyla sarılışına kayıtsız kalamamış, yorgunluktan sızana kadar da sevişmiştik.
   Gözümü açtığımda bu kez olmasını hayal ettiğim gibi sarmaş dolaştık. Telefonuna gelen mesaj bildirimini görmek için hareketlendiğimde uyanmıştı o. Beni alnımdan defalarca öpüp telefonuna uzanmıştı. “Kim?” sorusu çıkıvermişti ağzımdan. Çekinmeyip uzatmıştı telefonunu: “Oku.”  “Merhaba, ne haber?” diye yazmıştı Didem. Pikeyi üstüme çekip ona sırtımı dönerek kıvrılmıştım yatağın içinde. Uzun bir süre yazışmaya devam etmişti o da, sanki yokmuşum gibi. İnsanın en mahrem anlarına sürülen lekeymiş gerçek saygısızlık, o an öğrenmiştim.
   Bütün gün el ele gezmiştik. Ellerimiz her kenetlendiğinde banyoda sessizce konuştuğu o kadına da, Didem’e de, bütün yalanlarına da ustaca kılıflar giydirmiştik. Onunla olduğum iki günü keyifli ve sorunsuzca geçirip yaşadığım hayal kırıklığının ve ihanetin hesabını sormamıştım. Hayatımın sonraki kısmında olmamasına karar verdiğim bu adam için hiçbir savaş vermemiştim. Çünkü aşk hayal kırıklığı ile başlayamazdı. Bitmeliydi.
   Son sabahımızda duşumu alıp hazırlanmıştım. Vücut hatlarımı ortaya çıkaran beyaz pantolonumdan mı etkilenmişti yoksa gizliden gizliye almış olduğum, onunla görüşmeme kararımı mı hissetmişti bilmiyorum. Ama bana uzunca bir süre sarılıp öylece kalmıştı. Kafasına gitmeyi koyan bir kadını, hiçbir sarılma durduramaz. Gitmeliydim.
   Birbirinden uzak kentlerde, birbirinden uzak iki kişiydik artık.
   Üç gün sonra çalan telefonumda adını görünce, aldığım görüşmeme kararımı uygulamaya bile çalışmamıştım. Ona duyduğum özlem, onunla yaşadığım anları kıymıklara bölmüştü ve her batan kıymıkla canım yanmaya devam etmişti. İnsanın bildiği yalanların hesabını sormayışı ile gözünün görmediği yalanlara kolayca ikna olmasının altında yatan neden aynıydı: Mutlu olma isteği. Daha sert ve daha ısrarlı dönüşlerini her seferinde bu saçma düşünceyle kabul etmiştim. Onunla ilgili yapmam gereken doğruları hep bildim, ancak hiç uygulayamadım.
   Ne kadar hızlı hareket edersem, aklımdakilerin de o kadar hızla dağılacağını zannediyordum o ara. Görülmeyen köşelerin dahi tozunu alıyordum. Çünkü düşüncelerimden daha hızlı bir araya gelen tek şey tozlardı.  Toparlayamadığım düşüncelerimin hırsıyla dolabın üzerindeki tozları tek hamleyle dağıtmıştım. Alıp da veremediğim hediyesi, oradaydı işte. Ne diye saklamıştım, tekrar görüşme umudumun simgesi mi yapmıştım ben bunu?  Olması gereken yer bu dolabın üstü değildi, artık değildi, çöptü. Ne vardı o kadar geriye itecek. Parmak ucumla tuttuğum şişeyi kendime çektiğim andan sonra hissettiğim o acı… Ve şu an parmağımı üzerinde gezdirdiğim, ona gitmek için taksiye bindiğim o geceden şu lanet hediyeyi gördüğüm ana kadar, yaşadığım her şeyi ölümsüzleştiren iz. Bazen zaman yarayı gizler, bazen de yara zamanı.
***
   İçimde oluşturduğu boşluğu artık anlamlandırabiliyordum. Ruhumdaki travmaların nedenini gördüm aynada. Önce kendine taktığı, sonra benden takmamı istediği maskeyi çıkardım. Yüzümü yıkadım. Yaramı sevdim.
   Çünkü aşk, karşındaki surette kendini görebildiğinde bir mucizeye dönüşebilirdi ancak.
   Bu adam, bana Tanrı’nın ettiği bir küfürdü.

Şafak Akyazıcı - Bile Bile Bilinmeze Gelmiş Olmak
Masa Dergi, 11. Sayı


Work and Travel nedir?
Work and Travel, 3 ay çalışarak para kazandıktan sonra ABD’de seyahat edebileceğiniz, kültürel ve kişisel yönünüzü, dilinizi çok geliştirecek bir programdır. 3 ay çalışma süreniz bittikten sonra ABD size 1 aylık seyahat hakkı tanır (genellikle öğrenciler okul tarihlerinden dolayı bunun 2 haftasını kullanır).

Work and Travel’a kimler başvurabilir?
Öncelikli şart üniversite öğrencisi olmaktır. Sık gelen sorulardan birisi AÖF, fakat maalesef artık açıktan okuyan arkadaşlar Work and Travel yapamıyor. Örgün öğretim öğrencisi olmanız ve orta düzeyde İngilizce bilmeniz gerekiyor. Çünkü vize mülakatları İngilizce yapılıyor ve anlayıp cevaplayabilmeniz gerekmektedir. Çünkü ABD’de çalışmaya gidiyorsunuz ve maalesef temel İngilizce bilgisine sahip olmanız gerekiyor. Ne seviye diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Çok ileri bir düzey olmasına gerek yok, benim İngilizcem de çok iyi değildi aslında ama kendinize güvenip vize görüşmesi öncesinde “ne söyleyeceğinizi bilmeniz” lazım.

Work and Travel şirket seçimi
Yine sık gelen sorulardan birisi, şirket seçimi. Bu çok önemli bir faktör Work and Travel için. İyi araştırıp seçmeniz lazım aksi takdirde birçok sorunla karşılaşabilirsiniz ve yazınız harap olabilir. Size denk gelecek işinizin patronuna, orda karşılaşacağınız iş arkadaşlarınıza kadar her şeyiniz şans. Maalesef self de gitseniz şirkete başvurmadan gidemiyorsunuz. Şirket önermeyeceğim maalesef bu reklama girer burada. Yazının devamında maliyetler kısmında şirket fiyatlarından da bahsedeceğim.

Work and Travel iş seçimi
Şirketinizde sizinle yaklaşık 5 dakika sürecek bir İngilizce görüşmesi yapılır. Genellikle “kendinden bahset, ABD’ye neden gitmek istiyorsun, nerede/ne okuyorsun, anne baban ne iş yapıyor” vs. tarzında normal konulardan sohbet edersiniz. Bunu yapma sebepleri size verecekleri iş teklifleridir. Eğer diliniz çok iyiyse müşterilerle iletişimin çok olduğu server (garsonluk) gibi işler gelir, yeterli değilse housekeeperlık gibi iletişime gerek duyulmayan işlere yönlendirilirsiniz.

Şunu söylemeden geçmeyeyim, housekeeperlık ve dishwasherlık yapacağınız en kötü işlerden birileridir. Belki aramızda “ben yaptım ve mutluydum” diyecek olan şanslılar vardır ama genel olarak en çok küfür yiyen iki iştir bunlar. Fakat alışınca hem dile de çok faydası oldu hem de insanlarla iletişim güçleniyor. Tüm bu işlerin dışında en popüler olanı lifeguard (cankurtaranlık) olmaktır. Bu işe yerleşmeniz kolay olduğu kadar çalışırken de rahat olursunuz.

Work and Travel eyalet tercihi
Aslında bu konuda en önemli iki husus bölgede ne kadar Türk olduğu ve oradaki vergi oranı ile alakalıdır bana göre. Eyalet sisteminden dolayı her yerde vergi oranı değişmekte ve genellikle Kaliforniya, New York gibi büyük yerlerde vergiler yüksek ve yaşam pahalıdır. Size iş teklifi geldiğinde “Aaa oleey New York’taymışşş çok iyi yiiaaaa” deyip direk kabul ederseniz oradaki yaşam sizi çok çok zorlayabilir. Bu konuda vereceğim tavsiye, kesinlikle küçük bir kasaba/köy tarzı sakin ve ucuz bir yere gidip güzel bir birikim sağlayın ve en son seyahat döneminizde güzelce büyük şehirlerde harcayın paranızı. Ve tabi ki bölgedeki Türk oranını araştırın ki çok olan yere giderseniz dilinizi geliştiremeyebilirsiniz.

Work and Travel’da konaklamayı kim karşılıyor?
Konaklamanızı şirketiniz veya iş vereniniz ayarlar. Bazen ücretsiz bile denk gelebilir. Çoğunlukla 75 dolar civarı ödüyor haftalık, çok pahalı olan bir yeri sakın kabul etmeyin. Konaklama parası ciddi anlamda bel büküyor.

Work and Travel iş görüşmesi
İş teklifiniz değerlendirilip kabul edildikten sonra, işvereninizle Skype’ta bir iş görüşmesi yapacaksınız (onun sizi tanıması için). Tabi ki İngilizce olacak ve yine belli başlı sorular  soracaklar sohbet tarzında. Ortalama 5 dakika sürecek. En geç ertesi güne olumlu veya olumsuz haber gelecektir size ve sonrasında iş sözleşmenizi imzalayacaksınız. Bu aşamadan sonra ise Amerika’dan sizin için gönderilecek olan DS2019 formunuzu bekleyeceksiniz ki gelmesi 1 aya yakın sürüyor. O da geldiğinde büyük gün, vizee…

Work and Travel vize görüşmesi
Şirketiniz sizin için konsolosluktan randevu alacak. Ankara ve İstanbul ABD konsoloslukları veriyor bu vizeyi. Fakat Ankara büyükelçilik olduğu için çok katı kuralları var. Randevunuzu kesinlikle İstanbul’dan almak isteyin, memurları bile daha rahat oranın. Görüşmede dikkat edeceğiniz birkaç husus var sadece. Türkiye’ye geri döneceğinizi onlara hissettirmeniz ve ikna etmeniz lazım.

Konsolosluktakiler çok sıcakkanlı oldukları için güleryüzlü insanları seviyorlar. Kesinlikle yüzünüzdeki gülümsemeyi eksik etmeyin. Eğer üniversite not ortalamanız düşük ise hocalarınızdan referans mektupları isteyin (internet üzerinden örneklerini bulabilirsiniz). Faydası olacaktır bunun kesinlikle. 1 ortalama ise vize alanlar var, umutsuz olmayın.

Amerika uçak bileti
Uçak bileti hakkında söylemem gereken çok şey yoktur aslında. Genelde şirketiniz uçak bileti almanız için bir acentaya yönlendirir sizi. Fiyat farkı olabilir ama iyi takip edilebilmesi adına buradan almanız daha mantıklıdır. Siz de araştırın. Ve biletinizi esnek alın kesinlikle. Ben ikinci vizeye başvurduğum için bilette sıkıntı yaşamıştım ki neyseki esnekti biletim. Bazı arkadaşlar esnek olmasını gereksiz görebiliyor fakat bu önemli bir konu bence.

Work and Travel maliyeti ne kadar?
Work and Travel katılım ücreti 1900-2300 $ dolaylarında değişebilir (300 doları ön ödeme)
Vize ücreti 160+35=195 $ (35 $ SEVIS ücretidir)
Uçak bileti nereye gittiğinize göre 500-800 $ arası değişebilir.
Oradaki ilk maaşınızı alana kadarki yaşam masrafı için ortalama 800-1000 $ cep harçlığı.
Yani Work and Travel maliyeti ortalama 3500 $ gibi bir rakama denk geliyor.

Work and Travel maliyetini karşılayabilir miyiz?
Work and Travel hakkında en çok gelen sorulardan birisidir. Çok genel ve kişiye göre değişiyor. İki işte çalışırsanız veya tek işte çok fazla saat alarak çalışırsanız (az da harcarsanız evet) Work and Travel maliyetini karşılayabilirsiniz. İki işte çalışmaktansa tek işte çok fazla saat almaya bakın derim.

Amerikan kültürü
Gelelim en zevkli yere. Fakat bu konuda söylenecek çok şey var aslında. Tek başına giden arkadaşlar orada, asla korkmayın. Anlaşamam anlayamam edemem falan fistan.. Bu insanlar çok anlayışlı, çok kibar, çok saygılı insanlar. Anlayamadığınız zaman yavaş ve anlaşılabilir konuşur, gerekirse jest ve mimiklerle bile anlaşırsınız. Korkunuz dil falan olmasın. Cesaretlenin, gaza gelin veeee tabiki Yol açık, yola çık!


Çin Seddi (Wanli Changcheng, Great Wall of China) dünyanın en büyük insan yapısı olup uzunluğu 8.850 kilometre, yeni bir arkeolojik araştırmaya göre 21,196 kilometre. İnşası yüzyıllarca süren, çağlara yayılan surlar, bugün dünyanın en ünlü ve turistik yerleri, araştırma konuları arasında yer alıyor. 

Çin Seddi Nerede?
Çin Seddi Çin’in kuzeyinde, doğu-batı yönünde uzanan dev savunma surları Po Hay Körfezi’nde deniz kıyısında başlıyor, batıya doğru uçsuz bucaksız coğrafyaları geçerek uzanıyor. Ülkenin 15 iline yayılıyor. Doğuda Hebei vilayetindeki Şangay Geçidi’nden batıda Gansu ili Jiayu Geçidi’ne kadar gidiyor.


Çin Seddi’ne Nasıl Gidilir? Gezi Rehberi
Size kötü bir haberim var; Çin Seddi’ne gitmek için maalesef taa Çin’e kadar gitmek gerekiyor. Çin Seddi’ne nasıl gidilir sorusunu yanıtlamadan ve gezi rehber notları vermeden önce zamanınıza göre Pekin’den surların hangi kısmına gideceğinize karar vermeniz için başkentten gidiş süreleri aşağıdaki haritada. Badaling, Juyong Geçidi, Huanghuacheng, Jiankou, Mutianyu, Gubeikou, Jinshanting, Simatai ve Huangya geçidi bölümleri kolayca ve günübirlik ziyaret edilebiliyor. Surların 630 kilometresi Pekin ili içerisinde yer alıyor.


Mutianyu Surlarına Ulaşım – Nasıl Gidilir?
Pekin’den kolayca yapılabilecek bir Çin Seddi gezisi için Mutianyu Surları tercih edilebilir. Kent merkezindeki Dongzhimen otobüs durağından 916 Express (tam bilet ücreti 12 CNY, Beijing Transportation Card ile 6 CNY, yani Çin para birimi Yuan, Renminbi) veya 916 otobüsüne binip Huairou North Avenue’deki Huairou Beidajie durağında indikten sonra h23, h24, h35 veya h36 otobüsüyle Mutianyu Roundabout kavşağına gelerek 450 metre yürüdükten sonra bilet satış bürosuna ulaşılıyor. Tam bilet ücreti 45 yuan, 60 yaş üzeri ve çocuklara 25 yuan, 120 santimden kısa boylu çocuklara ücretsiz, ne acayip bir fiyatlandırma şaşılır.


Pekin Merkez Tren Garı’ndan (Beijing Huochezhan) Mutianyu Surlarına ulaşım için 2 numaralı metro ile Dongzhimen istasyonuna gidip E çıkışından yüzeye çıkarak yine 916 Express otobüsüne binebilirsiniz.
Surlara yürüyerek tırmanmak isterseniz yarım saat kadar yürüyerek, ya da enerjinizi surları gezmeye saklamak veya daha yüksek bir noktaya erişmek isterseniz teleferikle 14 numaralı kuleye çıkabilirsiniz. Benim gibi teleferiği kullanmanızı öneriyorum, çünkü hem zaten tepeye kadar epey yürümüş olacaksınız, hem de teleferik kabininden manzara güzel.


5.400 metre uzunluktaki Mutianyu Suru ilk olarak Kuzey Qi hanedanlığı (550-557) tarafından inşa edildi. Ming Hanedanlığı’ndan vatanseverlikleriyle ünlü generaller Tan Lun ile Qi Jiguang surları yeniden inşa ederek savunma potansiyelini güçlendirdiler.
Surlar kuşaklar boyunca Çin için kuzey koruma kalkanı oldu, başkenti ve imparatorların anıt mezarlarını savundu.


Çoğu granit levhalarla yapılan Mutianyu Duvarları 7 ila 8 metre yükseklik, 4 ila 5 metre genişliğe sahip. Siper duvarlarının bazıları normal dikdörtgen değil testere dişi şeklinde. Siper duvarlarının altında, üstleri geleneksel yuvarlak mazgallardan farklı olarak kavisli kare mazgallar var.


Mutianyu Surları’nda bir kısmı ana surda, bazıları da iç ve dışındaki yan kollarda olmak üzere toplam 23 gözetleme kulesi var. 6 numaralı gözetleme kulesi Zhengguan 40 metre uzunluk, 30 metre genişlik, 20 metre yükseklikte.


Badaling Surlarına Ulaşım
Badaling Surlarına gitmek için 2 numaralı metro hattının Jishuitan metro istasyonu Exit B2 çıkışından 5-10 dakika yürüyerek ulaşabileceğiniz Deshengmen’den sabah 06:30 öğle 12:30 arası kalkan 877 numaralı otobüse binebilirsiniz. 12 Yuan bilet ücreti olan ve 1 saat süren bu direkt otobüsün son durağından girişe biraz yürümek ya da kızağa benzer raylı koltuklarla (pulley car) gitmek gerekiyor.


Diğer bir ulaşım seçeneği Tiananmen Meydanı’nın güney tarafındaki Qianmen Ok Kulesi’nin güneybatısından kalkan 1 numaralı turist otobüsü. Ücreti 20 yuan olan tur otobüsünde rehber var; yarım saatte bir kalkıyor ve 100 dakika sürüyor.
919 numaralı otobüs de var ama birçok durakta durduğu için uzun sürüyor, gerek yok. Trenle gitmek isterseniz Huangtudian istasyonundan kalkan S2 trenine (6 yuan, 1.5 saat) binip Badaling tren istasyonunda indikten sonra 15 dakike yürüyebilir ya da istasyondan ücretsiz servis otobüsleriyle teleferiğe gidebilirsiniz.

Badaling Seddi 7,6 kilometre uzunlukta. Bilet ücreti 45 yuan, teleferik 40 yuan. Restoranlar, hızlı yemek zinciri lokantası, oteller, Çin Seddi Müzesi, dairesel ekranlı bir sinema ve dükkanlar var.

 Dünyanın en büyük yapısını ziyaret eden çok ünlü var, örneğin ABD Başkanı Obama, İngiltere Başbakanı Cameron, Arjantinli futbolcu Maradona, Los Angeles Lakers NBA süperstarı Bryant, İsrail Başbakanı Rabin, Rusya Devlet Başkanı Putin, Romanya Başbakanı Dascalescu, Güney Afrika Başkanı Mandela, Küba Devlet Başkanı Castro, İspanya Kralı Carlos. 

Çin Seddi Neden Yapıldı?
Çin Seddi’nin temeli Çin’in Savaşan Beylikler Döneminde (MÖ 770 – MÖ 221) 20’den çok krallık tarafından atıldı. Chu, Qi, Yan, Wei, Han, Zhao, Qin krallıkları birbirlerinden korumak için sınırlarında ilk setler inşa ettiler. Qin, Zhao, Yan kralıkları ise XiongNu, DongHu, LinHu, Hiung-nu’ların saldırılarını durdurmak ve ülkenin kuzey sınırlarını korumak amacıyla inşa ettiler. Çin’in ilk İmparatoru Qin Shi Huang ülkenin kuzeyini boydan boya aşılmaz bir savunma duvarıyla korumaya karar verdi.

Bu devasa inşaatın neden yapıldığı, amacı konusunda farklı görüşler var; ülkenin sınırlarını başta Hiung-nu olmak üzere kuzeyden Çin’e karşı Moğol ve Türk boylarının saldırılarına karşı savunmak; uzun savaşlar sonunda yıkılan beyliklerin esir düşen yöneticilerini sürgün ve ağır işlerde cezalandırmak; ülkeden kaçışları önlemek; ülkenin tek yönetim altında birleştiğini halka ve dışarıya göstermek.

Çin Seddi Tarihi ve Hikayesi
Çin Seddi tarihte eski Qi (MÖ 770-221), Qin (MÖ 221-207), Han (MÖ 206-MS 220), Ming (1368-1644) hanedanlıkları tarafından çeşitli dönemlerde yapılmış olup, günümüze kadar kalan duvarların büyük bir kısmı Ming Hanedanı döneminde inşa edildi. Qin Shi Huang MÖ 221 yılında daha önceki krallıkların yaptırdığı duvarları birleştirerek uzattı ve Çin Seddi aslında Qin Hanedanlığı döneminde İngilizcedeki söylenişiyle Great Wall of China haline geldi, Çin halkının tarihi ve en büyük anıtı oldu.

MÖ 3. yüzyıldan MS 17. yüzyıla kadar Çinliler seddi uzatmaya devam ettiler. Seddi onaran ve savunma amaçlı kullanan son hanedan, 1368-1644 yılları arasında hüküm süren Ming Hanedanı. Haritada surların Ming Hanedanlığı tarafından inşa edilen kısımları kırmızı, daha önce yapılan duvarlar mavi renkte.



Çin Seddi Hakkında Bilgi
Seddin kalınlık ve yüksekliği yer yer değişiyor. Çin Seddi’nin tamamı tuğla ve kayalardan oluşmayıp, bazı yerleri çok zayıf, harç içerisine çevrede bulunabilen toprak, taş, ahşap, tuğla parçaları, kil veya kireç gibi malzemeler katılarak yapılmış, devleti saldırılardan koruyabilecek güçte değil, ancak düşmanı yavaşlatacak nitelikte. Genellikle duvarın yüksekliği 4-6 metre, taban kalınlığı 7 metre ve üst kalınlığı 6 metre civarında. Geniş olan yerlerin üzerinde atlar ve arabalar gidebiliyor. Kalın duvarlar boyunca siperlik ve okçu delikleri var. 200 metrede bir gözetleme kulesi veya kale; 9 kilometrede bir fener kulesi bulunuyor. Duvar üzerinde yer yer saray ve tapınaklar da inşa edilmiş. Bazı yerlerde setler, kademeli savunmaya olanak verecek şekilde birkaç sıra halinde yapılmış.

 Tarihi yapı, 1987 yılında UNESCO Dünya Mirası, 7 Temmuz 2007 tarihinde Dünyanın Yeni Yedi Harikası’ndan biri olarak seçildi. Çincedeki adları Wanli Changcheng “10.000 Mil Uzunluğunda Duvar” ve Changcheng “Uzun Duvar” anlamına geliyor. Resmi olmayan, edebiyat ve efsanelerde geçen isimleri ise Zi Sai (Purple Frontier) ve Tu Long (Earth Dragon). Uzunluğu resmi ve güncel bilgilere göre 21,196 kilometre.

 Çin Seddi Hakkında İlginç Kısa Bilgiler

1. Çin Seddi uzaydan görülebilir söylentisi yalan olup sadece 1.5 km yukarıdan bile çıplak gözle görmek zor. Bazı astronotlar gördüklerini iddia ettiler ancak daha sonra bunların nehir olduğu anlaşıldı.
2. Tamamlanması 2 bin yıldan uzun sürdü.
3. 2.300 yıllık bir yapı olsa da, dünyanın geri kalanı bundan habersizdi. Avrupalılar böyle bir yapı olduğunu 1605 yılında Portekizli kaşif Bento de Gois aracılığıyla öğrendiler.
4. Kesin bir rakam bilinmese de yapılan bazı çalışmalar yapımında 8.000 kişinin çalıştığını gösteriyor. Bunlar askerler, zorla toplanıp getirilen köylüler, suçlu mahkumlar ve savaş esirlerinden oluşuyordu.
5. Efsaneye göre duvarın yapım güzergahı, çalışmaları izleyen bir ejderhanın bıraktığı izler takip edilerek oluşturuldu. Bazılarına göre duvarın kendisi de dağların üzerinde kıvrılmış yatan bir ejderha şeklinde.
6. 1987 yılında İngiliz maratoncu William Lindesay tek başına duvar üzerinde  2400 km koştu.
7. Çin Seddi’nin en yüksek noktası Pekin yakınlarındaki Heita Dağı üzerinde ve deniz seviyesinden 1.525 metre yüksekte.
8. Dünyanın en uzun mezarlığı. Yapımı sırasında ölen binlerce işçi inşaata gömüldü. Bazılarının bizzat duvarın içine gömüldüğü düşünülüyor. Duvarın harcında insan kemikleri kullanılmış efsanesi buradan doğmuş olabilir.
9. Efsaneye göre Meng Jiangnv kocası duvarın inşaatında öldükten sonra öylesine ağladı ki duvarın o kısmı çöküp eşinin kemikleri ortaya çıktı ve alıp defnetti.
10. 1966–1976 Kültür Devrimi sırasında duvarın tuğlalarından bazıları ev, çiftlik ve depo yapımlarında kullanıldı.
11. En ünlü kısmı Badaling’i üç yüzden fazla devlet başkanı ve üst düzey yönetici ziyaret etti.
12. Ming Hanedanlığı’nın yaptığı surlar Liaoning, Hebei, Tianjin, Beijing, İç Moğolistan, Shanxi, Shaanxi, Ningxia ve Gansu eyaletlerinden geçiyor ve 8.850 kilometre uzunluğunda.
13. Surların üçte biri hiç iz kalmadan yok oldu.
14. Ölçüm, hesap ve tahminlere göre 3,873,000,000 tane tuğla kullanıldı ve toplam 58 milyon ton ağırlığında.
15. Yılda on milyonlarca ziyaretçi üzerinde yürüyor.






Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa

ABOUT ME

I could look back at my life and get a good story out of it. It's a picture of somebody trying to figure things out.

POPULAR POSTS

  • DARIDERE KAMP ALANI
    Ulaşım Darıdere Mesire Yeri ve Kamp Alanı, Balıkesir, Altınoluk, Narlı Köyünden 13 km içeridedir. İzmir-Çanakkale yolu üzerinde Çanakkale yö...
  • Marcel Proust - Lemoine Vakası
    IV. HENRI DE RÊGNIER    Elması pek de sevmem. Güzel görünmüyor. İnsanın yüzünde bıraktığı o küçük güzellik, etkisindense daha çok yansımasın...
  • "Babam Beni Şah Damarımdan Öptü" - Ozan Önen
       İnsan, babası hayattayken, sanki tüm babalar hayattaymış gibi bir yanılgıya; babası öldüğündeyse sanki sadece kendi babası ölmüş gibi bir...
  • "Musa'nın Derinlerine Düşen Yutkunuş" - Ahmet Sarı
    Bir şeyleri paylaşmak için doğru zaman doğru mekân doğru vesaire ararken geçer zaman. Bilirsiniz. Mustafa Kutlu, "İnsanlar ölür ve cena...
  • VİETNAM SEYAHAT FOTOĞRAFÇILIĞI - ÜLKENİN EN İYİLERİ VE ÖNEMLİ NOKTALARI
    Fotoğrafçı Réhahn tarafından Vietnam Seyahat İpuçları  Fransız fotoğrafçı Réhahn şu anda Vietnam’daki kabilelerin 54’ünü fotoğraflamak için ...
  • CAMPING ADRİAKE
    Ulaşım Antalya'dan Demre'ye minibüsler ile ulaşabilirsiniz. Kamp alanı sahil kenarında. Demre merkeze geldikten sonra buraya ulaşım ...
  • "Bilinmeyen Sular" - Mevsim Yenice
    “Benim için daha iyi olacak,” diyor. Neden bahsettiğinden haberi yok, adım gibi eminim bundan. Yine de kafamı sallayarak destek oluyorum. ...
  • ERCİYES EKSPRESİ (ADANA - KAYSERİ TRENİ)
    Treni hangi operatör işletiyor? TCDD Taşımacılık Nasıl bir trenle seyahat edeceğim? Dizel lokomotifin çektiği vagon dizisi Seyahat seçenekle...
  • Çılga Cantürk - Mutlu Gel Huzurlu Gel
    MUTLU GEL HUZURLU GEL 21.. 6 Ocak 2017 anısına .. İnsan ne kadar sevildiğini ve bu zamana kadar neler yaşamış olduğunu aklının bir köşesinde...
  • APOSTİL NEDİR?
    Apostil belki de ilk defa duyduğunuz bir terim ve ne anlama geldiği hakkında hiç bir fikriniz yok. Belki de var nasıl yapıldığını bilmiyorsu...

Advertisement

Follow us on Facebook

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

EREN ARDA GÜLER. Blogger tarafından desteklenmektedir.

Featured Post (Slider)

Kötüye Kullanım Bildir

Archive

  • ►  2020 ( 184 )
    • ►  Mayıs ( 50 )
    • ►  Nisan ( 44 )
    • ►  Mart ( 17 )
    • ►  Şubat ( 73 )
  • ▼  2019 ( 258 )
    • ►  Kasım ( 43 )
    • ►  Ekim ( 43 )
    • ►  Eylül ( 53 )
    • ►  Ağustos ( 6 )
    • ►  Temmuz ( 2 )
    • ►  Haziran ( 9 )
    • ▼  Mayıs ( 16 )
      • "Uzak Yıldız" - Roberto Bolaño
      • "Harry Potter ve Felsefe Taşı" - J. K. Rowling
      • "Heba" - Hasan Ali Toptaş
      • "İyilik Şeytanı" - Henry de Montherlant
      • "Neruda'nın Postacısı" - Antonio Skarmeta
      • "Peruk Gibi Hüzünlü" - Yalçın Tosun
      • "Uğultulu Tepeler" - Emily Brontë
      • "Tılsım" - Roberto Bolaño
      • "Justine" - Lawrence Durrell
      • "Ölümcül Kimlikler" - Amin Maalouf
      • "Sakin Ol Her Şey Mümkün" - Sibel Buğdaycı
      • "İç Dünyamdan Notlar" - Paul Auster
      • "Bile Bile Bilinmeze Gelmiş Olmak" - Şafak Akyazıcı
      • WORK AND TRAVEL HAKKINDA MUTLAKA BİLİNMESİ GEREKEN...
      • ÇİN SEDDİ HAKKINDA
      • BEBEKLE TATİLE GİDERKEN BAVUL HAZIRLAMA LİSTESİ
    • ►  Nisan ( 56 )
    • ►  Mart ( 15 )
    • ►  Şubat ( 7 )
    • ►  Ocak ( 8 )
  • ►  2018 ( 51 )
    • ►  Aralık ( 7 )
    • ►  Kasım ( 8 )
    • ►  Ekim ( 7 )
    • ►  Eylül ( 3 )
    • ►  Temmuz ( 2 )
    • ►  Haziran ( 3 )
    • ►  Mayıs ( 1 )
    • ►  Nisan ( 4 )
    • ►  Mart ( 3 )
    • ►  Şubat ( 5 )
    • ►  Ocak ( 8 )
  • ►  2017 ( 11 )
    • ►  Aralık ( 1 )
    • ►  Ekim ( 10 )

Bu Blogda Ara

Blog Archive

  • ►  2020 ( 184 )
    • ►  Mayıs 2020 ( 50 )
    • ►  Nisan 2020 ( 44 )
    • ►  Mart 2020 ( 17 )
    • ►  Şubat 2020 ( 73 )
  • ▼  2019 ( 258 )
    • ►  Kasım 2019 ( 43 )
    • ►  Ekim 2019 ( 43 )
    • ►  Eylül 2019 ( 53 )
    • ►  Ağustos 2019 ( 6 )
    • ►  Temmuz 2019 ( 2 )
    • ►  Haziran 2019 ( 9 )
    • ▼  Mayıs 2019 ( 16 )
      • "Uzak Yıldız" - Roberto Bolaño
      • "Harry Potter ve Felsefe Taşı" - J. K. Rowling
      • "Heba" - Hasan Ali Toptaş
      • "İyilik Şeytanı" - Henry de Montherlant
      • "Neruda'nın Postacısı" - Antonio Skarmeta
      • "Peruk Gibi Hüzünlü" - Yalçın Tosun
      • "Uğultulu Tepeler" - Emily Brontë
      • "Tılsım" - Roberto Bolaño
      • "Justine" - Lawrence Durrell
      • "Ölümcül Kimlikler" - Amin Maalouf
      • "Sakin Ol Her Şey Mümkün" - Sibel Buğdaycı
      • "İç Dünyamdan Notlar" - Paul Auster
      • "Bile Bile Bilinmeze Gelmiş Olmak" - Şafak Akyazıcı
      • WORK AND TRAVEL HAKKINDA MUTLAKA BİLİNMESİ GEREKEN...
      • ÇİN SEDDİ HAKKINDA
      • BEBEKLE TATİLE GİDERKEN BAVUL HAZIRLAMA LİSTESİ
    • ►  Nisan 2019 ( 56 )
    • ►  Mart 2019 ( 15 )
    • ►  Şubat 2019 ( 7 )
    • ►  Ocak 2019 ( 8 )
  • ►  2018 ( 51 )
    • ►  Aralık 2018 ( 7 )
    • ►  Kasım 2018 ( 8 )
    • ►  Ekim 2018 ( 7 )
    • ►  Eylül 2018 ( 3 )
    • ►  Temmuz 2018 ( 2 )
    • ►  Haziran 2018 ( 3 )
    • ►  Mayıs 2018 ( 1 )
    • ►  Nisan 2018 ( 4 )
    • ►  Mart 2018 ( 3 )
    • ►  Şubat 2018 ( 5 )
    • ►  Ocak 2018 ( 8 )
  • ►  2017 ( 11 )
    • ►  Aralık 2017 ( 1 )
    • ►  Ekim 2017 ( 10 )

Combine

Horizontal

Vertical1

Vertical2

Gallery

Portfolio

  • Home
  • Features
  • _Multi DropDown
  • __DropDown 1
  • __DropDown 2
  • __DropDown 3
  • _ShortCodes
  • _SiteMap
  • _Error Page
  • Learn Blogging
  • Documentation
  • _Web Documentation
  • _Video Documentation
  • Download This Template

Footer Menu Widget

  • Home
  • About
  • Contact Us

Social Plugin

Contact us

About

Channels

  • abd
  • adana
  • afrika
  • afyon
  • ağva kilimli koyu
  • airport
  • almanya
  • amerika
  • andorra
  • anı harabeleri
  • ankara
  • antalya
  • apostil
  • app
  • araç
  • arkadaş
  • asya
  • Atatürk
  • avrupa
  • avusturya
  • ayder yaylası
  • balıkesir
  • balkanlar
  • bandırma
  • banka
  • bebek
  • belarus
  • bisiklet
  • bisikletli kamp
  • blog
  • blogger
  • bolu
  • bosna hersek
  • bursa
  • card
  • couchsurfing
  • çadır
  • çadır kurulumu
  • çalışmak
  • çıldır gölü
  • çin
  • çin seddi
  • çipli pasaport
  • denizli
  • doğa
  • doğu ekspresi
  • dolar
  • dost
  • dünya
  • e-pasaport
  • elazığ
  • en iyi bölgeler
  • erciyes ekspresi
  • erzurum
  • eskişehir
  • etik
  • euro
  • evcil
  • everest
  • festival
  • fırat ekspresi
  • fotoğrafçılık
  • galata kulesi
  • gecelemek
  • gezi
  • glamping
  • gümüşhane
  • güney kurtalan ekspresi
  • gürcistan
  • güvenilir
  • güvenlik
  • harcama
  • hava durumu
  • havaalanı
  • havalimanı
  • hayvan
  • hindistan
  • hostel
  • ısparta
  • iç anadolu
  • ingiltere
  • interrail
  • isic card
  • istanbul
  • iş
  • izmir
  • jet lag
  • kahvaltı
  • kamp
  • kamp alanı
  • kamp amerika
  • kamp eczanesi
  • kamp ekipman
  • kamp matı
  • kamp mutfağı
  • kanada
  • karadağ
  • karadeniz
  • karavan
  • karavan kampı
  • karesi ekspresi
  • karester yaylası
  • kars
  • kars kalesi
  • kart
  • kasım
  • kastamonu
  • kayak
  • kayak merkezleri
  • kayseri
  • kıbrıs
  • kış
  • kızılcahamam
  • kira
  • kocaeli
  • konaklama
  • kosova
  • kredi kartı
  • kutlama
  • küba
  • kültür
  • kütahya
  • macera
  • makedonya
  • malatya
  • maliyet
  • manzara
  • marmara
  • mil
  • miras
  • moldova
  • osmaniye
  • otel
  • outdoor
  • oyun
  • öğrenci
  • pamukkale
  • para
  • pasaport
  • rehber
  • rize
  • rota
  • rüzgar
  • sabahlamak
  • seyahat
  • sırbistan
  • sırt çantası
  • singapur
  • şile
  • tarih
  • tatil
  • tax free
  • tcdd
  • telefon
  • temizlik
  • tırmanma
  • travel
  • tren
  • türk lirası
  • türkiye
  • ucuz
  • uçak
  • ukrayna
  • uluslararası
  • uygulama
  • uyku tulumu
  • uyumak
  • uzungöl
  • ülke
  • üniversite
  • vanlife
  • vatandaşlık
  • verçenik yaylası
  • vergi
  • vietnam
  • visa
  • vize
  • vizesiz ülkeler
  • wordpress
  • work
  • work and travel
  • world
  • yapıt
  • yaz
  • yedigöller
  • yemek
  • yeşil pasaport
  • yeşillik
  • yurtdışı

Categories

  • abd
  • adana
  • afrika
  • afyon
  • ağva kilimli koyu
  • airport
  • almanya
  • amerika
  • andorra
  • anı harabeleri
  • ankara
  • antalya
  • apostil
  • app
  • araç
  • arkadaş
  • asya
  • Atatürk
  • avrupa
  • avusturya
  • ayder yaylası
  • balıkesir
  • balkanlar
  • bandırma
  • banka
  • bebek
  • belarus
  • bisiklet
  • bisikletli kamp
  • blog
  • blogger
  • bolu
  • bosna hersek
  • bursa
  • card
  • couchsurfing
  • çadır
  • çadır kurulumu
  • çalışmak
  • çıldır gölü
  • çin
  • çin seddi
  • çipli pasaport
  • denizli
  • doğa
  • doğu ekspresi
  • dolar
  • dost
  • dünya
  • e-pasaport
  • elazığ
  • en iyi bölgeler
  • erciyes ekspresi
  • erzurum
  • eskişehir
  • etik
  • euro
  • evcil
  • everest
  • festival
  • fırat ekspresi
  • fotoğrafçılık
  • galata kulesi
  • gecelemek
  • gezi
  • glamping
  • gümüşhane
  • güney kurtalan ekspresi
  • gürcistan
  • güvenilir
  • güvenlik
  • harcama
  • hava durumu
  • havaalanı
  • havalimanı
  • hayvan
  • hindistan
  • hostel
  • ısparta
  • iç anadolu
  • ingiltere
  • interrail
  • isic card
  • istanbul
  • iş
  • izmir
  • jet lag
  • kahvaltı
  • kamp
  • kamp alanı
  • kamp amerika
  • kamp eczanesi
  • kamp ekipman
  • kamp matı
  • kamp mutfağı
  • kanada
  • karadağ
  • karadeniz
  • karavan
  • karavan kampı
  • karesi ekspresi
  • karester yaylası
  • kars
  • kars kalesi
  • kart
  • kasım
  • kastamonu
  • kayak
  • kayak merkezleri
  • kayseri
  • kıbrıs
  • kış
  • kızılcahamam
  • kira
  • kocaeli
  • konaklama
  • kosova
  • kredi kartı
  • kutlama
  • küba
  • kültür
  • kütahya
  • macera
  • makedonya
  • malatya
  • maliyet
  • manzara
  • marmara
  • mil
  • miras
  • moldova
  • osmaniye
  • otel
  • outdoor
  • oyun
  • öğrenci
  • pamukkale
  • para
  • pasaport
  • rehber
  • rize
  • rota
  • rüzgar
  • sabahlamak
  • seyahat
  • sırbistan
  • sırt çantası
  • singapur
  • şile
  • tarih
  • tatil
  • tax free
  • tcdd
  • telefon
  • temizlik
  • tırmanma
  • travel
  • tren
  • türk lirası
  • türkiye
  • ucuz
  • uçak
  • ukrayna
  • uluslararası
  • uygulama
  • uyku tulumu
  • uyumak
  • uzungöl
  • ülke
  • üniversite
  • vanlife
  • vatandaşlık
  • verçenik yaylası
  • vergi
  • vietnam
  • visa
  • vize
  • vizesiz ülkeler
  • wordpress
  • work
  • work and travel
  • world
  • yapıt
  • yaz
  • yedigöller
  • yemek
  • yeşil pasaport
  • yeşillik
  • yurtdışı

PGA Head Teaching Professional

Fotoğrafım
erenardaguler
Profilimin tamamını görüntüle

Channels

  • abd
  • adana
  • afrika
  • afyon
  • ağva kilimli koyu
  • airport
  • almanya
  • amerika
  • andorra
  • anı harabeleri
  • ankara
  • antalya
  • apostil
  • app
  • araç
  • arkadaş
  • asya
  • Atatürk
  • avrupa
  • avusturya
  • ayder yaylası
  • balıkesir
  • balkanlar
  • bandırma
  • banka
  • bebek
  • belarus
  • bisiklet
  • bisikletli kamp
  • blog
  • blogger
  • bolu
  • bosna hersek
  • bursa
  • card
  • couchsurfing
  • çadır
  • çadır kurulumu
  • çalışmak
  • çıldır gölü
  • çin
  • çin seddi
  • çipli pasaport
  • denizli
  • doğa
  • doğu ekspresi
  • dolar
  • dost
  • dünya
  • e-pasaport
  • elazığ
  • en iyi bölgeler
  • erciyes ekspresi
  • erzurum
  • eskişehir
  • etik
  • euro
  • evcil
  • everest
  • festival
  • fırat ekspresi
  • fotoğrafçılık
  • galata kulesi
  • gecelemek
  • gezi
  • glamping
  • gümüşhane
  • güney kurtalan ekspresi
  • gürcistan
  • güvenilir
  • güvenlik
  • harcama
  • hava durumu
  • havaalanı
  • havalimanı
  • hayvan
  • hindistan
  • hostel
  • ısparta
  • iç anadolu
  • ingiltere
  • interrail
  • isic card
  • istanbul
  • iş
  • izmir
  • jet lag
  • kahvaltı
  • kamp
  • kamp alanı
  • kamp amerika
  • kamp eczanesi
  • kamp ekipman
  • kamp matı
  • kamp mutfağı
  • kanada
  • karadağ
  • karadeniz
  • karavan
  • karavan kampı
  • karesi ekspresi
  • karester yaylası
  • kars
  • kars kalesi
  • kart
  • kasım
  • kastamonu
  • kayak
  • kayak merkezleri
  • kayseri
  • kıbrıs
  • kış
  • kızılcahamam
  • kira
  • kocaeli
  • konaklama
  • kosova
  • kredi kartı
  • kutlama
  • küba
  • kültür
  • kütahya
  • macera
  • makedonya
  • malatya
  • maliyet
  • manzara
  • marmara
  • mil
  • miras
  • moldova
  • osmaniye
  • otel
  • outdoor
  • oyun
  • öğrenci
  • pamukkale
  • para
  • pasaport
  • rehber
  • rize
  • rota
  • rüzgar
  • sabahlamak
  • seyahat
  • sırbistan
  • sırt çantası
  • singapur
  • şile
  • tarih
  • tatil
  • tax free
  • tcdd
  • telefon
  • temizlik
  • tırmanma
  • travel
  • tren
  • türk lirası
  • türkiye
  • ucuz
  • uçak
  • ukrayna
  • uluslararası
  • uygulama
  • uyku tulumu
  • uyumak
  • uzungöl
  • ülke
  • üniversite
  • vanlife
  • vatandaşlık
  • verçenik yaylası
  • vergi
  • vietnam
  • visa
  • vize
  • vizesiz ülkeler
  • wordpress
  • work
  • work and travel
  • world
  • yapıt
  • yaz
  • yedigöller
  • yemek
  • yeşil pasaport
  • yeşillik
  • yurtdışı

Subscribe To Sarah Bennett Blog

Kayıtlar
Atom
Kayıtlar
Tüm Yorumlar
Atom
Tüm Yorumlar

Slider Widget

5/recent/slider

CATEGORIES

  • abd
  • adana
  • afrika
  • afyon
  • ağva kilimli koyu
  • airport
  • almanya
  • amerika
  • andorra
  • anı harabeleri
  • ankara
  • antalya
  • apostil
  • app
  • araç
  • arkadaş
  • asya
  • Atatürk
  • avrupa
  • avusturya
  • ayder yaylası
  • balıkesir
  • balkanlar
  • bandırma
  • banka
  • bebek
  • belarus
  • bisiklet
  • bisikletli kamp
  • blog
  • blogger
  • bolu
  • bosna hersek
  • bursa
  • card
  • couchsurfing
  • çadır
  • çadır kurulumu
  • çalışmak
  • çıldır gölü
  • çin
  • çin seddi
  • çipli pasaport
  • denizli
  • doğa
  • doğu ekspresi
  • dolar
  • dost
  • dünya
  • e-pasaport
  • elazığ
  • en iyi bölgeler
  • erciyes ekspresi
  • erzurum
  • eskişehir
  • etik
  • euro
  • evcil
  • everest
  • festival
  • fırat ekspresi
  • fotoğrafçılık
  • galata kulesi
  • gecelemek
  • gezi
  • glamping
  • gümüşhane
  • güney kurtalan ekspresi
  • gürcistan
  • güvenilir
  • güvenlik
  • harcama
  • hava durumu
  • havaalanı
  • havalimanı
  • hayvan
  • hindistan
  • hostel
  • ısparta
  • iç anadolu
  • ingiltere
  • interrail
  • isic card
  • istanbul
  • iş
  • izmir
  • jet lag
  • kahvaltı
  • kamp
  • kamp alanı
  • kamp amerika
  • kamp eczanesi
  • kamp ekipman
  • kamp matı
  • kamp mutfağı
  • kanada
  • karadağ
  • karadeniz
  • karavan
  • karavan kampı
  • karesi ekspresi
  • karester yaylası
  • kars
  • kars kalesi
  • kart
  • kasım
  • kastamonu
  • kayak
  • kayak merkezleri
  • kayseri
  • kıbrıs
  • kış
  • kızılcahamam
  • kira
  • kocaeli
  • konaklama
  • kosova
  • kredi kartı
  • kutlama
  • küba
  • kültür
  • kütahya
  • macera
  • makedonya
  • malatya
  • maliyet
  • manzara
  • marmara
  • mil
  • miras
  • moldova
  • osmaniye
  • otel
  • outdoor
  • oyun
  • öğrenci
  • pamukkale
  • para
  • pasaport
  • rehber
  • rize
  • rota
  • rüzgar
  • sabahlamak
  • seyahat
  • sırbistan
  • sırt çantası
  • singapur
  • şile
  • tarih
  • tatil
  • tax free
  • tcdd
  • telefon
  • temizlik
  • tırmanma
  • travel
  • tren
  • türk lirası
  • türkiye
  • ucuz
  • uçak
  • ukrayna
  • uluslararası
  • uygulama
  • uyku tulumu
  • uyumak
  • uzungöl
  • ülke
  • üniversite
  • vanlife
  • vatandaşlık
  • verçenik yaylası
  • vergi
  • vietnam
  • visa
  • vize
  • vizesiz ülkeler
  • wordpress
  • work
  • work and travel
  • world
  • yapıt
  • yaz
  • yedigöller
  • yemek
  • yeşil pasaport
  • yeşillik
  • yurtdışı

Advertisement

Main Ad

Trend Tags

  • abd
  • adana
  • afrika
  • afyon
  • ağva kilimli koyu
  • airport
  • almanya
  • amerika
  • andorra
  • anı harabeleri
  • ankara
  • antalya
  • apostil
  • app
  • araç
  • arkadaş
  • asya
  • Atatürk
  • avrupa
  • avusturya
  • ayder yaylası
  • balıkesir
  • balkanlar
  • bandırma
  • banka
  • bebek
  • belarus
  • bisiklet
  • bisikletli kamp
  • blog
  • blogger
  • bolu
  • bosna hersek
  • bursa
  • card
  • couchsurfing
  • çadır
  • çadır kurulumu
  • çalışmak
  • çıldır gölü
  • çin
  • çin seddi
  • çipli pasaport
  • denizli
  • doğa
  • doğu ekspresi
  • dolar
  • dost
  • dünya
  • e-pasaport
  • elazığ
  • en iyi bölgeler
  • erciyes ekspresi
  • erzurum
  • eskişehir
  • etik
  • euro
  • evcil
  • everest
  • festival
  • fırat ekspresi
  • fotoğrafçılık
  • galata kulesi
  • gecelemek
  • gezi
  • glamping
  • gümüşhane
  • güney kurtalan ekspresi
  • gürcistan
  • güvenilir
  • güvenlik
  • harcama
  • hava durumu
  • havaalanı
  • havalimanı
  • hayvan
  • hindistan
  • hostel
  • ısparta
  • iç anadolu
  • ingiltere
  • interrail
  • isic card
  • istanbul
  • iş
  • izmir
  • jet lag
  • kahvaltı
  • kamp
  • kamp alanı
  • kamp amerika
  • kamp eczanesi
  • kamp ekipman
  • kamp matı
  • kamp mutfağı
  • kanada
  • karadağ
  • karadeniz
  • karavan
  • karavan kampı
  • karesi ekspresi
  • karester yaylası
  • kars
  • kars kalesi
  • kart
  • kasım
  • kastamonu
  • kayak
  • kayak merkezleri
  • kayseri
  • kıbrıs
  • kış
  • kızılcahamam
  • kira
  • kocaeli
  • konaklama
  • kosova
  • kredi kartı
  • kutlama
  • küba
  • kültür
  • kütahya
  • macera
  • makedonya
  • malatya
  • maliyet
  • manzara
  • marmara
  • mil
  • miras
  • moldova
  • osmaniye
  • otel
  • outdoor
  • oyun
  • öğrenci
  • pamukkale
  • para
  • pasaport
  • rehber
  • rize
  • rota
  • rüzgar
  • sabahlamak
  • seyahat
  • sırbistan
  • sırt çantası
  • singapur
  • şile
  • tarih
  • tatil
  • tax free
  • tcdd
  • telefon
  • temizlik
  • tırmanma
  • travel
  • tren
  • türk lirası
  • türkiye
  • ucuz
  • uçak
  • ukrayna
  • uluslararası
  • uygulama
  • uyku tulumu
  • uyumak
  • uzungöl
  • ülke
  • üniversite
  • vanlife
  • vatandaşlık
  • verçenik yaylası
  • vergi
  • vietnam
  • visa
  • vize
  • vizesiz ülkeler
  • wordpress
  • work
  • work and travel
  • world
  • yapıt
  • yaz
  • yedigöller
  • yemek
  • yeşil pasaport
  • yeşillik
  • yurtdışı

Pages

  • EV
  • EV
  • EV

Most Trending

  • "Babam Beni Şah Damarımdan Öptü" - Ozan Önen
       İnsan, babası hayattayken, sanki tüm babalar hayattaymış gibi bir yanılgıya; babası öldüğündeyse sanki sadece kendi babası ölmüş gibi bir...
  • "Kadın Yok Savaşın Yüzünde" - Svetlana Aleksiyeviç
     İnsan savaştan büyük...     Büyük olduğu sahneler akılda kalan. Savaşta insanı yönlendiren bir şey var ki tarihten bile güçlü. Daha derinde...
  • Tolstoy - Polikuşka
     Tam da o sırada Yegor Mihayloviç konağın kapısında gözüktü. Şapkalar art arda başlardan alındı, kâhya yaklaştıkça ortasından, önünden dazla...
  • Rebecca Solnit - Karanlıktaki Umut
      Neden-sonuç ilişkisi tarihin ileri doğru hareket ettiğini varsayar ama tarih bir orduya benzemez. Tarih, yanlamasına seğirten bir yengeç, ...
  • "İpekli Mendil" - Sait Faik Abasıyanık
    Vakit geçiyor. Gün akşama, akşam geceye dönüyor ve bütün bunlara kuşlar şahit, gök şahit, insan şahit. Yaşlanıyoruz. Sait Faik nasıl anlatıy...
  • ŞİMŞİRLİK KAMP ALANI VE ALABALIK TESİSLERİ
    Ulaşım Düzce merkezine, İstanbul yada Ankara'dan otoban yoluyla ulaşmak mümkün. İstanbul - Düzce otoban çıkışı 210 km. Merkeze ulaştığın...
  • UKRAYNA'YA GİTMEK
    ARABA İLE GİTMEK… Mail kutuma yoğun bir şekilde gelen bir diğer soru, Ukrayna’ya araba ile gitmek. Her ne kadar Ukrayna’ya araba ile yolculu...
  • "Pan" - Knut Hamsun
     Üçüncü Demir Gece; olanca gerginlik içinde bir gece. Hiç değilse biraz don olsaydı! Don yerine gündüzün güneşinden kalma bir sıcaklık; ılık...
  • "Şizodüş" - Merve Sevde Selvi
    Akşam oluyor. Şehrin üstüne karanlık inerken daralan göğsümü, dünyanın muhtelif yerlerindeki gün doğumlarını düşünerek geniş tutuyorum. Masa...
  • KAMP MATI NEDİR VE NASIL SEÇİLİR?
    Özellikle uzun süre yürüyerek seyahat ederken yaptığım doğa kampları sırasında karşılaştığım en keyif bozucu durum kamp çadırını kuracak uyg...

Featured Posts

About Me


I could look back at my life and get a good story out of it. It's a picture of somebody trying to figure things out. Great things in business are never done by one person. They’re done by a team of people.

Popular Posts

  • DARIDERE KAMP ALANI
  • Marcel Proust - Lemoine Vakası
  • "Babam Beni Şah Damarımdan Öptü" - Ozan Önen

Advertisement

Designed By OddThemes | Distributed By Blogger Templates