"Kovulmadım, Ben Ayrıldım!" - Arzu Bahar


KIRMIZI RUGAN AYAKKABILAR

   Görünmez bir elin uçlarını sivriltip çatılara yerleştirdiği buz yığınlarından sakınarak yürüyor. Kulaklarından aşağı kadar çektiği beresi ve yüzünün yarısını kapatan atkısı ile tanınması kolay değil. Sadece yürüyüşü ele veriyor kendini, dikkatli atılan minik adımları, kolların dengeyi sağlamak için zaman zaman zarifçe yana açılması ve küçük elleri. Başkaca kimsenin duymadığı bir müzikle buzun üzerinde dans eder gibi. 
   Kar günlerdir yağıyor. Geceleri daha katlanılır olan görüntüsü, gündüz tüm acımasızlığı ile kaplıyor dünyayı. Hava buz gibi. Verdiği her nefes, bir buhar seli olarak taşıyor ağzından. Soğuk hava içinin sıcağını emiyor. Beyazdan nefret edecek hale geldi. Güneşi özlüyor, çimenlerin yeşilini görmeyi, güneşin altındaki bir bankta minik kedi yavruları gibi gerinip oturmayı, toprak kokusunu, yağmur serinliğini… Soğuktan, ayazdan bıkmasından başka sulanmış karların ayakkabısına sızmasından, kaldırımlara kürenmiş kar tepeciklerinin üzerinden atlamaktan, seke seke yürümeye çalışmaktan  bezdi. 
   Fakülteye vardığında, her zaman olduğu gibi, kimseye görünmeden tuvalete gidiyor. Islak botlarını ve çoraplarını çıkarıp, hocanın verdiği yüksek topuklu kırmızı rugan ayakkabıları giyiyor. İlk günlerde fakültedeki öğrencilerin alay konusu olmuştu. On iki puntluk topukların üzerinde dengesini sağlamaya çalışırken kambur duruyor, karnını dışarı çıkarıyor, ayakları -yeni doğmuş buzağılar gibi- her adımda titriyordu. Evde herkes uyuduktan sonra giydiği ve ses çıkmasın diye üç metrekarelik halının üzerinde, dolap beygiri gibi döndüğü gecelerde öğrendi topuklu ayakkabıyla yürümeyi. Çıkardıklarını sırt çantasına tıkıştırıp aynada görüntüsünü kontrol ediyor. Babasından aldığı hafif kemerli burnu ve yanakları soğuktan kızarmış iri gözleri, olduğundan daha kara. Üşümemek için boğazına kadar iliklediği beyaz gömleğin üstten üç düğmesini açınca, iki minik tepeciğe inen vadi görünüyor. Başını öne eğerek saçlarını şöyle bir karıştırıp hızlıca geri kaldırınca iri bukleler, olması gereken yerlere gidiyorlar. Dudak parlatıcısını özenle sürüyor. Artık hazır. 
   Lise son sınıftayken babasına aylarca dil dökmüştü, güzel sanatlar fakültesine girmek için. Adam Nuh demiş peygamber dememişti. Sanatçı sözünden korkmuştu en başta. İlkokul ikiden terk babası için sanatçı, televizyonda bar çıkışlarındaki sarhoş hallerini gördüğü, açık saçık giyinen, ipe sapa gelmez insan topluluğuydu. Nasıl “He” desindi ki? “Yok,” dedi o da. Günlerce dökülen yaşlara, annesinin araya girmelerine, kızının yalım yalım yalvarmalarına direndi de yine dönmedi kararından. 
   Tuvalet kapısı -üzerine yerleştirilen aparat marifetiyle- arkasından kapanırken topuk sesleri, kendinden son derece emin, yankılanıyor koridorda. Dar pantolonun üzerine bıraktığı beyaz gömlek, iç gıcıklayan göğüs dekoltesi, sırtından aşağı gürüldeyerek dökülen bukleleri ile herkesin başı kendisine dönüyor; bakan her gözde hayranlık, ışık olup parlıyor. Az önce kapıdan giren, soğuktan büzüşüp kalmış kızdan eser yok şimdi. 
   Dersin başlamasına daha zaman olduğunu fark edince kantine yöneliyor. Kimseyle konuşmuyor. Hiç arkadaşı yok. Zaten buraya da arkadaş edinmeye gelmedi. Sessiz sedasız, çayını ve sigarasını içerek bekliyor. Gözleri, onca insanı görmüyormuş gibi, hep uzaklarda bir yerlere bakıyor. Biliyor, birine yüz verse, biriyle göz göze gelse hepsi üşüşecekler yanına. Kızlar değil ama. Onlar aralarına almak şöyle dursun, konuşmaya dahi tenezzül etmiyor, gözlerini mecbur oldukları zamanlar dışında kendisinden uzak tutuyorlar. Ama erkekler… Göğüslerinin diriliğini, omuzlarının kıvrımını, belinin çizgilerini, kalçasındaki gamzeyi, kasıklarından aşağı inen gizli yolu bilen erkekler. Her ayrıntısını bildikleri vücuduna bakarken, aklından geçenler yüzlerine yılışık bir tebessüm olarak yansıyor. Görmezden geliyor. 
   Sevdiği geliyor aklına. Mehmet. Uzun boylu, çakır gözlü, erkek güzeli Mehmet. Eli eline değmemiş, gözünü gözünden sakınmış, “Kıyamam,” deyip dudağının kenarına kondurduğu minik bir öpücükle bugüne kadar yetinmiş Mehmet. Mahallenin gözdesi, bekâr kız annelerinin en baş namzedi. Gözleri doluyor. Bilse! O kadar sakındığı sevgilisine değen onlarca gözü. Ah bir bilse! Evlenmek bir yana, yüzüne bakmaz bir daha. Ama ahdetmişti bu okula gelmeye. Dönemezdi. Başını öne eğip fark ettirmeden siliyor akmasına izin vermediği yaşları. Sigarasını söndürüp kalkıyor. Herkesten önce sınıfa girmesi gerek. Onu bekliyorlar, biliyor. 
   Aynı umursamaz tavırlar, görmeyen gözler, aynı güvenli adımlarla geçiyor kantinin kalabalığından. Sınıfa giriyor. Kendisi gibi erken gelmek zorunda olan birkaç kişi daha var. Aldırmıyor. Pantolonunun fermuarını indirip sıyırıyor. İç çamaşırını çıkarıp pantolonunun katları arasına saklıyor. Gömlek düğmelerini açıyor, telaşsız. Sütyenini çıkarınca göğüsleri tüm güzelliğiyle çıkıyor ortaya. Soluk lambada parlıyor teni. Sınıfın ortasına yürüyor, çıplak vücudu ve kırmızı rugan ayakkabılarıyla, iki basamaklı kürsüye çıkıyor. 
   Kapı açılıyor, öğrenciler geliyorlar yavaş yavaş. Hayran bakışlar, küçümseyen bakışlar… Çıt çıkmıyor. Herkes yerine geçip hazır olunca, evvelsi günkü duruşunu tekrarlıyor. Baş hafif sağa dönük, çene yukarıda, geriye atılmış omuzlar, bacaklar aralık, elleri en mahrem noktada birleşmiş. Ayaklarından biri düz, diğeri öne uzatılmış, sadece parmak ucu değiyor zemine. 
   Kıpırdamandan dururken, göz kapaklarına Mehmet’in hayalini yapıştırıp yumuyor gözlerini…


Arzu Bahar - Kovulmadım, Ben Ayrıldım!

Alakarga Yayınları, s.69-74


0 Comments