"Katalin Sokağı" - Magda Szabo


  Başka yerde olmak yasası katı bir yasaydı. Hiçbir zaman gerçek, yani o an içinde bulunulan zaman dilimi görünmezdi. Ama gözlerinin önünde beliren olmasını istediği şeyler de değildi. Mesela tutsaklık döneminde, daha hastabakıcılık görevine getirilmeden, gördüğü ne dikenli teller olurdu ne projektörlerin kaba ve göz alıcı ışığı. En fazla koğuşlar ya da üniversiteyi anımsardı. O anlarda kendisinden bekleneni yapar, arada kir içindeki ellerine bakar, bu kadar pis ellerle hastalara nasıl dokunabileceğini kestirmeye çalışırdı. Ya da zihni bu garip kıyafetle koğuşlarda niye dolaştığı sorusuna yanıt bulmaya çalışmakla meşgul olurdu. Mesela Heldlerin bahçesini, Binbaşı'nın eşyalarını ya da Cicero'nun büstünü asla gözlerinin önüne getiremiyordu. Ne kadar yoğun bir çaba harcarsa harcasın, eski dünyasından anılarında eser yoktu. Tutsaklık yılları sona erip geri döndüğünde ise, yani Elekeslerin evindeyken ya da işyerindeyken de bu durum değişmemişti: Duyularına hitap eden, ne yaşadığı oda ne banyo yaptığı küvet ne hastanede tedavi ettiği, iğne yaptığı insanlar ne de rahat yatağıydı! Bu kez de aklından geçenler tutsaklık günleriydi: Birine iğne yaparken, çukur kazdığını hissediyordu. Evde sıra bekleyen biri olmadığı halde banyodan işini bitirip çıkmak için acele ediyordu, çünkü tutsaklık günlerinden helada geçirebileceği zamanın sınırlı olduğunu iyi öğrenmişti. Ya da mesela huzur içinde uyuduğu yatağından bir anda fırlayıp kalkıyordu, çünkü geçmişin alışkanlıkları esir kampındaki görevlilerin uyandırma saatinin yaklaştığını haber veriyordu! O zamanlar daha Katalin Sokağı'nda her şey yerli yerindeydi. İrênler o zaman daha Elekeslerin eski evinde oturuyorlardı. Aradaki iki evde artık yabancılar otursa da, huzurevi üç binaya henüz talip olmamıştı. Bir zamanlar kendisinin de oturduğu o eve gelip geçerken uzun uzun bakıyordu. Ama bu eve, hiçbir şey hissetmeden boşuna bakıyordu. Evde hiç bir değişiklik yoktu oysa. İstese elini bile sürebilirdi. Ama ev daha yerli yerindeyken, onun için yok olmuştu bile. Evle birlikte her gün gidip geldiği bu sokak da yok olmuştu! Biri sanki bir mendil gibi buruşturup cebine sokmuş, alıp götürmüştü. 
   Daha sonraları, hayatının en dingin dönemi olan köyde geçirdiği yıllarda da, bir türlü aklına istediği şeyleri getirememişti. Yakınlarda başka kimsenin olmadığı bir evi vardı, ama bu başka yerde olmak duygusu ona yine oyunlar oynuyordu: Burada değil de,  Râkôzci   Sokağı'ndaki eski kiralık odasında olduğunu hayal ediyordu. Sanki bu yeni evinde değil, o eski dairede yaşıyordu. Akşamları radyonun sesini kısıyordu, çünkü Râkôzci Sokağı'ndaki eski evinde ev sahibinin yüksek sesten rahatsız olduğunu hatırlıyordu. Blanka'nın bu kırık dökük mobilyaları arasında, köy gecesinin kendine özgü sessizliğini ya da sabaha karşı yükselen sesleri dinlemeye çalışıyordu. Burada, yani, İrên'in yanında ise şimdi aynı anda her şey yeniden ortaya çıkmıştı: Tutsaklık, hastane ve de kiracılık dönemi, Blanka'nın evi ve de köy yılları. Bazen, evdeki kadınların bu "gerçekdışı" durumu koruyabilmek için ne kadar çok çaba sarf ettiklerini görüyor ve için için gülümsüyordu. Bunları niçin yaptıklarını anlamıyordu: Kapının kolunu neden temizliyorlardı ki, mesela, nasıl olsa buraya da o yabancı yerler, yabancı mekanlar istediği gibi girmeyecek miydi? Nasıl olsa buralar zaman zaman toprak, dikenli tel haline gelmeyecek miydi? Duvarlarda büyük lambalar belirmeyecek miydi? Bunların da ne kapı kolu ne kilidi ne de nöbetçisi olurdu. Mesela, burada parke ne arıyordu? Hastanenin yerleri taştan değil miydi? Bu nedenle de parkeleri cilalamanın ne anlamı vardı? Ya da banyoyla ne diye bu kadar uğraşıp duruyorlardı? Nasılsa banyoya tek bir tutsağın girmesine bile izin verilmeyecekti. Peki ama çiçek saksıları ne arıyordu? Ev sahibinin çiçeği sevmediği ve izin vermediği bilinmiyor muydu? Ayrıca Blanka'nın evinde de çiçeklerin tümü çürümemiş miydi? Nasıl olmuştu da bu köy evinde bu kadar insan bir araya gelmişti? O evde tek başına oturmuyor muydu? Bu çocuk nereden çıkmıştı! Acaba kim getirmiş de kendi muayenehanesinde unutmuştu bu çocuğu? Hayatının değişik evrelerinin geçtiği mekanlar, birbiri ardından bu evin kapısından girip çıkıyorlardı. Bâlint de eğer başka bir işi yoksa, ya da kitap okumaktan ve müzik dinlemekten yorulmuşsa, bir zamanlar Blanka'nın oturduğu o köşedeki koltuğa çöküyor ve çevresinin hızla nasıl değiştiğini takip etmeye çalışıyordu. Bazen çevresinde gelip giden dekorları selamlama arzusuna kapılıyor, bazen de kendisinin çok yakından tanıdığı bu değişik ortamın değişik mekanlarının birbirlerini tanıyıp tanımadıklarını merak ediyordu. Bu eve taşınmasının asıl nedeni olan, yani onu sergide gidip İrên'i bulmaya zorlayan, her kıyısını köşesini çok iyi tanıdığı, avucunun içi gibi bildiği tek mekan ise asla geri gelmiyordu. İrên'in burada olup olmaması da önemli değildi! Sohbetler, ya da anılarla ilgili özlem de onu geri getiremiyordu. Zamanla, İrên'in de aynen kendisi gibi şifreyi bilmediğini fark etti, yani boşuna evlenmişti. Katalin Sokağı, nehrin karşı yakasında, Bayan Temes'le, Heldlerle, Binbaşı'yla ve de Henriett'le birlikte yok olup gitmişti. 
   Eğer yapacak bir şeyleri yoksa, eve bir misafir gelmemişse ve onlar da bir yere gitmemişlerse (İrênlere misafir gelmesi iki yaşlı insan için ciddi zorluklar yaratıyordu. Çünkü bu durumda ancak normalden daha geç bir vakitte yatabiliyorlardı. Ya da odalarına çekilseler bile, evdeki gidiş gelişlerden sürekli uyanıyorlar, mutfakta İrên'in öteberileri yıkayıp yerine koymasından rahatsız oluyorlar ve artık eski evlerinde olmadıkları olgusunu ve bunun yarattığı acıyı daha çok hissediyorlardı. Artık eski yuvaları, Katalin Sokağı uçup gidivermişti. Onunla birlikte, bir zamanlar sahip oldukları her şey de yok olup gitmişti. Artık bir yetişkin olan İrên'e uyum sağlamaları gerekiyordu. İrên'in ise artık kendi hayatını onların beklentilerine göre belirlemesi için ne zamanı ve ne de böyle bir isteği vardı) bu durumda sık sık hep birlikte oturuyor, konuşuyorlardı. Bay Elekes dimdik ve dikkatle oturuyor, Bayan Elekes ise yorgun bir şekilde bir sandalyeye çökmüş oluyordu. Kinga Bâlint'e doğru yanaşıyor, olup bitenleri oradan seyrediyordu. Onların seslerini, davranışlarını son derece komik buluyordu. Çünkü İrênler, Elekes'le sanki kulaklarında da bir sorun varmış gibi konuşuyorlardı. Seslerini bir perde yükselterek, kelimeleri tane tane telaffuz etmeye çalışarak sanki karşılarında bir çocuk varmış gibi konuşuyorlardı ve bu da kulakları son derece hassas olan Elekes'i çok rahatsız ediyordu. Öylece birlikte oturuyorlardı. Çünkü birbirlerinin yokluğuna tahammül edemiyorlardı. Oysa çoğu kez birbirlerinin varlıklarından da rahatsız oluyorlardı. İrên'in eşi olan Pali, onları Bâlint'le birlikte ilk kez gördüğünde, kendisinin burada, onların arasında bulunmasının ne kadar anlamsız olduğunu hemen anlamıştı. Kendisinin dışında bu insanların bildiği bir şey vardı. Sanki bir sırrı beraberce saklar gibiydiler. Bir o bilmiyordu, bir de Kinga. İrên onunla yollarını ayırdığında bütün arkadaşları ve tanıdıkları arasında bunu bir Pali anlayabilmişti. İrên'in neden kendisinden ayrılıp başkasıyla birlikte olduğunu anlıyor, ve bundan başkaları gibi rahatsızlık duymuyordu. Bu nedenle de İrên'e kızmıyordu. Oysa kendisini terk edip birlikte olduğu bu adam, herkesin fikir birliğine vardığı gibi, hiçbir geleceği olmayan kötü bir doktordu. Mesleğini de tamamen tesadüfler sonucu seçtiği belliydi. Yakışıklı olduğu söylenemezdi ve üstüne üstlük kendisinden de çok daha yaşlı görünüyordu. İrên'e aşık olmadığı yüzünden okunuyordu. Hatta bir defasında İrên'i terk de etmişti. Ama Pali burada söz konusu olanın İrên ve Bâlint olmadığını iyi biliyordu. Burada söz konusu olan ne kendisiyle İrên arasındaki ilişkiydi ne de aşktı! Burada başka bir şey vardı, onun bilmediği, ama bu insanları bir araya getiren, birbirine bağlayan bir şey. Bu insanlar konuşmaya başladıklarında ilk bakışta anlamsız gibi görünen kelimeleri, kavramları, top oynar gibi birbirlerine atmaya başlıyorlardı. Ne kendisinin ne de Kinga'nın bir şey anladığı bu garip konuşmalar onların gözlerinde garip parıltılar yaratıyordu. Öyle ki, sonunda Elekes bile kıkır kıkır gülmeye başlıyordu. Terk edilmenin yarattığı ilk acı geçince, olup bitenlere sevindi bile: Artık rahatlıkla buradan gidebilir, bu insanları bu garip oyunlarını tek başlarına oynamaya bırakabilirdi. Bu oyuna tanıklık etmesi gerekmiyordu.
   Bu esrarengiz oyunlarını oynamaya başladıklarında içine girdikleri heyecanlı hava ve yüksek sesli konuşmalar da bir süre devam ediyordu. Sonra sanki bu temsilden yorgun düşüyorlardı. Ortak oyunları aslında hiçbir gerginliği yok etmiyordu, sanki şehvetli bir aşka benziyordu: Bir türlü sevişmeyle sona ermiyor gibiydi. Konuşmalarının derinlerden parçalayıp yüzeye taşıdığı resimleri kavrayıp tutmak için azdılar. Ölülerin eksikliğini hissediyorlardı. Giderek odanın atmosferi ağırlaşıyor ve sanki tavan Üzerlerine çöküyormuş gibi, bu ağırlığı hissetmeye başlıyorlardı. Bir süre sonra bütün bu çabaların boşuna olduğunu kavrıyor, ama yine de yeniden başlıyorlardı. Çünkü kelimelerle ifade etmeseler de, sanıyorlardı ki, eğer birbirlerine sıkıca sarılır, birbirlerinin ellerini kavrar ve sürekli konuşurlarsa, belki bu çıkmaz sokaktan kurtulabilir ve bir şekilde evlerine geri dönebilirlerdi. İşte o ana kadar da bu içinde yaşadıkları ev demeye bin şahit isteyen, bu kadar yüksek, bu kadar nehre yakın eve dayanmak lazımdı. Göçmen kuşlar bile zaman zaman dinlenmek için bir yere konarlardı. Onlar yolda dört kişilerdi, daha doğrusu beş, çünkü Blanka da vardı ve yazıyordu. Eğer aralarından biri eve giden yolu bulabilirse, bunu diğerleri de başarabilirlerdi. O zaman Bay Elekes yeniden görmeye başlayacak ve idareyi eline alacaktı. Bayan Elekes kendini yeniden tembelliğin kucağına bırakacak, yine yastıklarını dikmeye başlayacaktı. İrên ve Bâlint birbirlerini seveceklerdi. İrên uysallaşacak, sakinleşecekti ve mutluluğu yüzünden okunacaktı. Bâlint'i görenlerin aklına ise hemen başarılı, iyi bir doktor ve güvenilir insan gelecekti. Böylesi anlardan birinde aralarına Henriett de katılmıştı. Fiziki varlığıyla, vücuduyla değil, ama oradaydı ve onları kederli bir şekilde dinlemişti. Çünkü o kendisi olmadan onların Katalin Sokağı'na asla ulaşamayacaklarını biliyordu. İstedikleri kadar arasınlar! O zaman Kinga daha çok küçüktü ve onu görmüştü, küçük çocuk odada kendilerinden başka birinin daha olduğunu söylemeye çalışmış, ama kimseyi inandıramamıştı. Büyükbabası kötü çocuklar üzerine bir şiir okumuş, annesi de yalan söylememek lazım deyip eline şakadan vurmuş ve kucaklayıp yatağa götürmüştü.


Magda Szabo - Katalin Sokağı

Çevirmen: Tarık Demirkan, Yapı Kredi Yayınları, s.15-19


0 Comments