"Zamanın Farkında" - Şule Gürbüz


  Akşamları evde udumu çalarken eskisi gibi şeytanlar başıma üşüşmüyor. Hezeyan yok, cinnet yok, büyük ruh sıçramaları yok. İçimde eskiden duvara bakarken bile hissettiğim boşluk ve kayıp duygusu yer değiştirmeyle uyuşmaya başladı. Belki çok zaman sonra yine kendimi gizleyerek buranın mayası ile kabarıp şeklini almadan başka çeşit bir acıyla bir insana benzeyebilirim. Şimdi sadece bir aptalım. Hezeyan ya da kıvranmayı özlüyor değilim ama sanki o zaman hayattaydım gibi geliyor. Şimdi seyirci oldum. Bu uzaklaştığım, uzaklaştırıldığım şeyler hayal ve fısıltımıydı, Felâk ve Nâs ile helâk oldu. Öyle bakan ve öyle gören gözlerim, öyle duyan ve alınan kulaklarım, durmadan kopan bir şeylerim, sabah kalktığımda hissettiğim yanma hissi neydi, ne oldu, beni bırakıp nereye gittiler? Beni perişan eden, bütün o eski hallerimi duygularım, anlayış ve her şeyi öyle görüp öyle duyuşlarım bana ait değil miydi, duygularım bana ait değilidiyse ben kimin hayatını yaşadım? İnsan hayatına bir hatıra imiş gibi bakabilir mi? Şimdi kimin neyini elde etmeye, giymeye çalışıyorum o zaman? Hem de söylemek kolay değil ama kendimi daha da yargılamıyorum. Ömrüm boyunca ruhum içine girip rahat edebileceği bir beden, bir kalıp, bir çevre bulunamadı. Beraber bulamadık.
   İnsan en zıddına giden şey başına gelmeden bu dünyadan gitmezmiş, gidemezmiş. Doğru; müzik hocası oldum. İçimde sevince benzer bir kıpırtıya da bu sebep oluyor. Acaba bu hal bu dünyadan gitme vaktimin de yaklaştığını mı müjdeliyor. "Şu da olsun da git bari" mi denecek? Hadi inşallah, az kaldı o zaman. Artık bekliyorum, eli kolu bağlı, bekliyorum.
   Eskiden olduğu gibi sıcak bir ağustos günü akşamüstü, hafif bir cesaret için içeceğim bir iki bir şeyden sonra kendimi asacak halim yok artık, ya da kendimi bir yerden boşluğa bırakacak. Yok artık. Allah'tan bekliyorum. Kendimi zaten hayatta olduğum müddetçe öldürdüm; bedenimi de hallediversinler. Allah korusun, kendimi atamam artık. Yetmiş yedi yaşında intihar eden Zweig mı olayım? O işler yirmi-yirmi beş yaşın, bilemedin otuz yaşın işleri. Bu rezilliği çek çek, atla, olur şey değil. Adama demezler mi "Yahu ne atladın ben de tam sana geliyordum," diye.
   Para için hoca olmadım, öğretebileceklerim taştı da "balımı alacaklara hasret" de değilim, azcık birilerinin evine gireyim çıkayım da bakalım neler göreceğiz de demiyorum, "Doktor kendini dinleme dedi," deyip kendini dinlemekten bile yasaklanıp başkasına dinletmeye çalışanlardan da değilim. Nasıl oldu, bilmiyorum. Galiba en istemediğim şey olduğu için oldu, başka sebebi yok. Çevremde böyle evlere derse gidip gelen birileri vardı. O, bu, ud dersi, bilmem kim, falan filan derken ben gidiverdim. Arkadan birkaç tane daha geldi. Şimdilik beş talebem var, hepsi kız. Evlere gitmeden önce çoraplarımı kontrol ediyorum. Bana siyah deri ev terliğini çevirip veriyorlar. Bazıları plastik tuhaf renkli, tuvalet tokyosundan beter bir şeyler veriyor. İnsanın ayağında bu, elinde ud, milletin evinde, masanın üstüne konan para, bazen konulması unutulan para, hatırlatmak için ağır ağır giyilen ayakkabı ve bir tuhaf oyalanma ile durdukça, o kapı önünde çıktı çıkacak ama çıkamayan hali uzadıkça, zaman içe atılan kızgın utanca rağmen bir türlü erimedikçe kibir, gurur bırakmıyor, nefis terbiyesi böyle olur diyeceğim geliyor. Ya da böyle arsız olunur. "Tab'ına göre, efendim, nelerle olunur da, nelerle olunmaz, kâbına göre efendim. Efendim, ah efendim, siz kimsiniz?"

Şule Gürbüz - Zamanın Farkında

İletişim Yayınları, s.49-50


0 Comments