"Rüzgârın Şarkısını Dinle" - Haruki Murakami


 Küçükken çok sessiz bir çocuktum. Annem ve babam benim için endişelenmiş, beni tanıdıkları bir psikiyatrın evine götürmüşlerdi.
   Doktorun evi, denize tepeden bakan bir düzlüğün üstüne kurulmuştu, bolca güneş alan muayene odasında koltuğa oturduğumda, şık giyimli, orta yaşlı bir hemşire soğuk portakal suyu ve iki kurabiye getirmişti bana. Üzerime dökmemeye gayret ederek kurabiyeleri yemiş ve portakal suyunu içip bitirmiştim.
   "Biraz daha portakal suyu ister misin?" diye sormuştu doktor, ben de başımı hayır anlamında sallamıştım. İkimiz baş başaydık şimdi, karşılıklı oturmuştuk. Karşımdaki duvarda Mozart'ın bir portresi asılıydı, uysal bir kedinin bakışlarıyla beni süzüyordu Mozart. 
   "Bir zamanlar çok iyi yürekli bir yabankeçisi varmış." 
   Bir hikâyeye başlamak için müthiş bir girişti bu. Gözlerimi kapatıp iyi yürekli yabankeçisini hayal etmiştim. 
   "Yabankeçisinin boynundan altın bir saat sallanıyormuş ve keçi homurdanarak dolanıyormuş etrafta. Saat ağır mı ağırmış, üstelik bozukmuş da, çalışmıyormuş. Bir gün, arkadaşı tavşan yanına gelmiş ve ona şöyle demiş: "Bak sana Keçi Efendi, neden çalışmayan bir saati boynunda sallandırıp duruyorsun? Hem ağır görünüyor, hem de bir işe yaramıyor oysaki." Yabankeçisi ona cevap vermiş: "Ağır olsa da, çalışmasa da taşıyorum."
   Doktor bunları söyledikten sonra kendi portakal suyundan bir yudum alıp gülümseyerek bana bakmıştı. Ben ise konuşmaya devam etmesini bekliyordum. 
   "Günlerden bir gün yabankeçisinin doğum günüymüş, tavşan hediye olarak. güzel bir iple sarılı küçük bir kutu getirmiş. Kutunun içinden pırıl pırıl parlayan, çok hafif, üstelik vakti tamı tamına doğru gösteren bir saat çıkmış. Yabankeçisi çok sevinmiş ve onu boynuna asıp herkese göstermiş."
   Hikâye burada birden bitivermişti.
   "Sen yabankeçisisin, ben tavşanım, saat ise senin yüreğin."
   Kendimi kandırılmış gibi hissetmiş ama çaresizce başımı sallamıştım.
   O günden itibaren her pazar öğleden sonra, önce trene, ardından otobüse binerek doktorun evine gitmiştim. Her gidişimde ikram edilen kahveli kek, elmalı turta, krep ya da ayçöreğini yiyerek tedaviye devam etmiştim. Bir yıl kadar sürmüştü bu ziyaretler, sonrasında diş doktoruna gitmek zorunda kalmıştım.
   Uygarlık iletişimdir, demişti bana. Eğer bir şeyi ifade edemezsen, o şey var sayılmaz. Anladın mı, sıfırdır. Karnının aç olduğunu varsayalım. "Karnım aç" demen yeterli. Ben bir kurabiye istiyorum" demezsen, sana kurabiye yok. (Doktor, eziyet etmek ister gibi, kurabiye tabağını alıp masanın altına koymuştu.) Sıfır. Anlıyorsun değil mi? Konuşmak istemiyorsun. Ama karnın da aç. O halde, konuşmadan açlığını ifade etmeni istiyorum. İşaret oyunu oynayalım. Haydi bir dene.
   Ellerimi karnıma bastırıp acı çeker gibi bir surat ifadesi yapmıştım. Doktor gülmüştü. Bu, hazımsızlık.
   Hazımsızlık.
   Sonra serbest çağrışım yapmaya başlamıştık.
   "Kediler hakkında aklına ne gelirse söyle bakayım."
   Başımı sallayıp durarak düşünüyormuş gibi yapmıştım.
   "Aklına geleni hemen söyle."
   "Dört ayaklı bir hayvandır."
    "Filler de dort ayaklıdır."
   "Kediler çok küçüktür."
   "Başka?"
   "Evde beslenir, canları isterse fare öldürürler."
   "Ne yerler peki?"
   "Balık."
   "Peki ya sosis?"
   "Evet, sosis de yerler."
   Böylece devam ediyordu.
   Doktor haklıydı. Uygarlık iletişimdi. İfade edip iletmeyi başaramazsak, uygarlık da sona ererdi. Tık... VE SON.
   On dort yaşına girdiğim yaz, inanılmaz bir şey oldu, sanki bir baraj yıkılmış da sular taşmış gibi birdenbire konuşmaya başladım. Ne anlattığımı hatırlamıyorum ama on dört yılın boşluğunu doldurur gibi üç ay boyunca okula gidemedim. Ateşim düştükten sonra artık ne suskun biriydim ne de çok konuşkan, artık herkes gibi sıradan biriydim.

Haruki Murakami - Rüzgârın Şarkısını Dinle

Çevirmen: Ali Volkan Erdemir, Doğan Kitap, s.31-33


0 Comments