Yakup Kadri Karaosmanoğlu - Hep O Şarkı


Kış gelip çatıp da konağa taşındığımız günden itibaren, haziran sergüzeştlerini Avrupa romanlarında okuduğum, manastıra kapatılmış kızlardan farkım kalmazdı. Orada, artık ne Cemil Beyle mektuplaşabilmem için çocukluk arkadaşım Sıdıka imdadıma yetişebilirdi; ne uykusuz gecelerimin yegâne tesellisi olan ses, beni, biribirinden tatlı rüyalarla kendimden geçirmek imkânını bulurdu. Orada artık denizin dalgaları arasından Cemil Beye yüzümü gösteremezdim. Onunla seyir yerlerinde olduğu gibi artık uzaktan uzağa bakışamazdık. Etrafı yüksek duvarlarla çevrilmiş bir avlu, çakıl taşlarıyla döşeli boş, kuru bir avlu, önümde -ömrüm misâli- serilip duruyordu. Yalıda bulunduğum zamanlar Boğazın türlü renk ve ışık oyunlarını, pazar kayıklarının, şirket vapurlarının mavi sularda izler bırakarak geçip gidişlerini, Anadolu yakasının zümrüt tepeciklerini seyir ile bir parça avunan gözlerim ve onun daimi yakınlığını hissetmekle teselli bulan gönlüm üstüne burada bir kalın ve siyah perde inmiş gibi olurdu. Bütün gün, sabahtan akşama kadar -ah, hele akşam karartısı çökmeğe başlayınca- öyle bir bunalır kalırdım; ruhuma öyle bir ümitsizlik çökerdi ki, tarife sığmaz.
   Bu avluda, yalnız kendi ömrümü bir aynada görür gibi değildim. Orası aynı zamanda benim alınyazımın ilk harflerinin yazılıp çizildiği bir yerdi: Arasıra, cümle kapısının iki kanadı ardına kadar açılır, derken mükellef bir hanto, kulaklarımızın zarını tırmalayan nal ve tekerlek takırtılarıyla içeri girerek harem dairesinin önünde durur; uşaklar koşuşur, Cafer apa camekânın eşiğinden ağır ağır ileriye doğru yürür ve gelen misafirlerin hantodan inmelerine yardım edilirdi. Zira bunlar, çok defa, ya pek şişman veya pek yaşlı, birtakım hanımlardır. Gerçi bu kadar tehalükle ve merasimle karşılanan bu hanımlar kimlerdir, neyin nesidirler bilmezdim amma, sabahın erken saatlerinden itibaren ziyaretimize geleceklerinden asıl ben haberdar edildiğim için görücü takımından olduklarını anlamakta güçlük çekmezdim. Annem sabahleyin erkenden -tıpkı çocukluğumun bayramlarında olduğu gibi- bana: "Kalk, hazırlan kızım" derdi. Sandıktan misafirlik esvaplarının en yenilerini, en süslülerini çıkarır, giydirirdi ve bunları yaparken bir yandan da bana şöyle yalvarmaktan kendini alamazdı:
   "Elmasım, Allah aşkına, şu güzel kaşlarını çatma. Şu tatlı ağzını burkup çarpıtma. Her misafir gelişte bir acayip haldir takınıyorsun. Bunu yeni âdet ettin. Ettin amma, hiç yakışmıyor sana. Annen de çok üzülüyor bu haline doğrusu... Çok üzülüyor. "Elââlem önünde yerin dibine geçiyorum, Münire'yi böyle asık suratlı gördükçe..." diyor. Kendine acımazsan, bari bize acı, bari anneciğine acı."
   Ben mırıldanırdım:
   "Bana acıyan var mı ki bu evde?"
   Bu sözüm üzerine dadımın parmakları titreyip birbirine dolaşmağa başla; kulaklarıma takmakta olduğu küpeler  veya gerdanıma geçirmekte bulunduğu inci dizisi elinden düşer; ne diyeceğini ne eyleyeceğini şaşırım kalırdı. Çok defa, böyle konuşurken ikimizin birden ağladığımız da olurdu. O vakit, zavallı dadıcığım, hem benim acımı arttırmaktan, hem de annemin çıkagelmesinden korkarak elinin tersiyle gözyaşlarını siler ve:
   "Kısmet bu, elmasım. Kısmete karşı gelinmez," diye söylenirdi.
   Bu sade, bu herkesin ağzında dolaşan söz, meğer ne derin, ne şaşmaz bir hakikatin ifadesiymiş! Bütün ömrüm boyunca ben, sanki hep bu hayat felsefesinin doğruluğunu ispata çalışmışımdır. Fakat o zamanlar, o yaşta, bunu boş ve saçma bir lâf telâkki etmekten kendimi alamazdım. Alamazdım da niçin yine her şeye boyun eğerdim? Niçin dadımın söylediği üzere suratımı asa asa, kaşlarımı çata çata, ağzımı bura çarpıta gene kurbanlık kuzu gibi şu görücü denilen insafsız, mütecessis ziyaretçilerin önüne çıkardım? Her birine, yerden temennah edip uslu uslu iskemlenin üstüne otururdum. Hatırım sorulunca terbiyeli terbiyeli "Allah ömürler versin efendim!" derdim? Kahve çıkarıldığı sırada kalkıp tepsiyi kendi elimle dolaştırırdım? Ve işin en ağırı dişlerimi görmek kastiyle, sözde tuhaf bir lâf söyleyerek, beni güldürmek isteyişlerinde zoraki bir tebessümle gülümsemeyi veya çehremin yandan görünüşü hakkında fikir edinmek için kullandıkları bazı hileler üzerine başımı sağa sola çevirmeği bir nezaket borcu bilirdim? Beni, içimden gelmiyen bütün bu hareketleri yapmak zorunda bırakan şey neydi? Bütün bu azaba, bu işkeneceye neden hiç ses çıkarmaksızın katlanırdım? Acaba baba saygısından veya korkusundan mı? Belki bundandı. Lakin, yalnız bundan da değildi ya nedendi. Ya daha nedendi? Bunu hâlâ bir türlü anlıyamıyorum.

0 Comments