Gül İrepoğlu - Kavuşmak


Büyükada'da vapurdan inip saat kulesine doğru yokuşu tırmandılar, faytonların beklediği alana gelip sıradaki faytona bindiler. Rüya mıydı? 
   Mesut Bey elinden tutarak Dürdane'ye yardımcı oldu, Dürdane nazlıca kuruldu kırmızı kumaş döşeli arabaya. Üzerinde camgöbeği renginde bir ipek emprime rop. 
   "Dil'e çekiniz arabacı!" 
   "Baş üstüne beyim."
   Faytonun kırmızı kanepesi kapitone, iki yanında canlı fenerler. Mesut Bey o kanepede ne kadar da yakın oturmuştu ona. Elini faytonun arkasına atmıştı, aslında genç kadının omzuna... Yumuşacık bir haziran başı esintisi. Havada baygın çiçek kokuları. Erkeğin losyonuysa tümünü bastırır gibi. 
   "Ada hep eser böyle cicim, bu mevsimde bile. Serin mi geldi yoksa?"
   "Hayır efendim, hayır, katiyen. Bir an ürperdim sadece. Meraklanmayınız lütfen!"
   Dürdane'nin içini ısıtıveren, erkeğin onu sakınma arzusuydu. 
   Tavanını çevreleyen bembeyaz püskülleri havalandırarak ilerliyor araba, atlar rahvan. Yolun iki yanındaki köşklerin kıvrım kıvrım ferforje takılı kapılarında silme sarmaşık gülleri. Her yerde gül. Şeker pembeleri, eflatunlar, şeftali renkleri, kanarya sarıları ve kadife kırmızıları.
   Dürdane'nin elbisesinin yakasında da katmerli bir pembe gül. Mesut Bey iliştirmişti onu oraya. 
   "Sizin dudaklarınız bunların hepsinden âlâ bir gona güle benziyor kıymetlim!"
   Güller yalnızca ada bahçelerinde değil, Dürdane'nin içinde de açmıştı. Bugünün hiç bitmemesini dilemekteydi. 
   Ahşap köşkler ilkbahar güneşinin altında rengârenkti gözünde, aslında hemen hepsi beyaza boyalı olsa da.
   Girişe dayalı bisikletler. 
   "Bisiklete binmeyi tecrübe ettiniz mi hiç? Ben pek severim. Bir gün göstermeliyim size."
   Cennet dedikleri bu olmalıydı!
   Kimi bahçelerdeki çifter çifter palmiyeler tuhaf ellere benziyordu, her yanı açılan, meçhul istikametleri işaret eden... Bahar sonu renklerinin her biri amansızca kışkırtıcıydı, yürek çarpıntısına eşlik eden. Tarhlarda öbek öbek begonyalar, kiminin ortalarında yüzlerini güneşe dönmüş bembeyaz margaritler. İrili ufaklı toprak saksılarda sardunyalar; neredeyse can acıtan kırmızıların arasında mayhoş pembeler. Her bahçenin duvar diplerinde illa da ortancalar, mordan maviye. Parmaklıklardan sarkan kameriyeleri saran, hatta yüksek selvilere tırmanan morsalkımlarsa Dürdane'nin en sevdikleriydi. Mesut Bey'e onlar gibi sarılmak ve hiç ayrılmamaktı dileği. 
   Dilburnu'na varmışlardı. Faytondan inme faslı da "seremoni" gibiydi, Mesut Bey'in abartılı yardımı biraz da ona bir an evvel sarılmak arzusundan mıydı yoksa? 
   Alaca gölgeli yolda yan yana yürüdüler.
   Her yanı kuşatan fıstık çamları, geçmiş rüzgarlarla eğilmiş kıvrımlı kopkoyu gövdelerinde eski aşkların izleri, dağınık dallarında açılmamış taze kozalaklar ile çatlamış kozalaklar yan yana kuruyup yerlere savrulmuş ayrık iğneleri ayaklarının altında çıtırdıyordu. Aralarından görünen deniz masmavi uzanıyordu, dipten gelen ışıkla donanmışçasına aydınlık. Toprağın bitip kayalıkların başladığı kenarlarda mor ve sarı yabani çiçekler, genç kadının sevdiklerinden. 
   Küçük dalgaların aşağıdaki kayalara vuruşuna kulak verdiler bir süre. Yosunların buruk kokusu, insanı içi dışı denizle kaplıymış sanrısına sürükleyen o eşsiz koku yükseliyordu denizden, yoldan geçerken kopardıkları birkaç dal hanımeliden yayılan ince rayihayı istemeden bastırarak. Derme çatma ahşap banklardan birine oturdular, etraf tenhaydı. Mesut Bey'in, omzuna attığı kolunun altına sığındı Dürdane. 
   Saadetten uçmak diye bir şey vardı demek.

0 Comments